Kemal Gözler
Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa Ekin Kitabevi Yayınları, 2000, s.19-23-43'ten alınmıştır
Bibliyografya.- Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.101-183; Tarık Zafer Tunaya, “1876 Kanun-u Esasî ve Türkiye’de Anayasa Geleneği”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, 1985, Cilt 1, s.27-45; Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, op. cit., s.116-481; Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.47-74; Arsel, Türk Anayasa Hukukunun Umumî Esasları, op. cit., s.22-40; Özçelik, Esas Teşkilat Hukuku Dersleri, op. cit., c.II, s.60-98; Soysal, op. cit., s.21-25; Rumpf, Türk Anayasa Hukukuna Giriş, op. cit., s.11-11-12; Gören, op. cit., s.16-24; Eroğul, op. cit., s.184-194; Kapani, Kamu Hürriyetleri, op. cit., s.101-107; Ahmet Mumcu, İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri, Ankara, Savaş Yayınları, 1994, s.203-222; Coşkun Üçok, “1876 Anayasasının Kaynakları”, Türk Parlâmentoculuğunun İlk Yüzyılı: 1876-1976, Ankara, Siyasî İlimler Türk Derneği Yayınları, Tarihsiz (1977?), s.1-18; Suna Kili, “1876 Anayasasının Çağdaşlaşma Sorunları Açısından Değerlendirilmesi”, in Armağan: Kanun-u Esasînin 100. Yılı, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1978, s.191-211 (Suna Kili, “1876 Anayasasının Çağdaşlaşma Sorunları Açısından Değerlendirilmesi”, in, Ersin Kalaycıoğlu ve Ali yaşar Sarıbay (ed.), Türk Siyasal Hayatının Gelişimi, İstanbul, Beta Yayınları, 1986, s.89-103); Ömer Anayurt, “1876 Kanun-u Esasisî ve 1909 Değişikliklerinde Temel Hak ve Hürriyetler”, Yeni Türkiye, Yıl 4, Sayı 21, (Mayıs-Haziran 1988), s.660-672. Toplu Eserler: Türk Parlâmentoculuğunun İlk Yüzyılı: 1876-1976, Ankara, Siyasî İlimler Türk Derneği Yayınları, Tarihsiz (1977?); Armağan: Kanun-u Esasînin 100. Yılı, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1978. 7 Zilhicce 1293 (23 Aralık 1876) tarihli Kanun-u Esasînin metni için bkz.: Düstur, Tertip 1, Cilt 4, s.1-40; Suna Kili ve A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1985, s.31-45; Server Tanilli, Anayasalar ve Siyasal Belgeler, İstanbul, Cem Yayınevi, 1976, s.25-45. E-Kaynak: www.anayasa.gen.tr/1876ke.htm . English Translation of Kanun-u Esasi (Ottoman Consititution of 1876 / Ottoman Basic Law of 1876): http://www.bilkent.edu.tr/~genckaya/documents1.html
A. Hazırlanışı
Sultan Abdülaziz 30 Mayıs 1876’da hal edildi. Yerine veliaht Murat Efendi , Beşinci Murat unvanı ile tahta geçirildi[2]. Beşinci Murat kısa bir süre sonra delirdi[3]. Veliaht Abdülhamit, Mithat Paşaya haber göndererek Kanun-u Esasîyi ilân edeceği konusunda söz vererek tahta geçirilmesini istedi[4]. 31 Ağustos 1876’da Beşinci Murat hal edildi ve yerine İkinci Abdülhamit geçirildi[5]. Abdülhamit söz verdiği üzere Kanun-u Esasîyi 23 Aralık 1876 günü bir ferman ile ısdar etmiştir.
Kanun-u Esasî, Padişah tarafından atanan “Cemiyet-i Mahsusa” isimli bir kurul tarafından hazırlanmıştır. Bu kurulun başkanı Server Paşadır . Kurulda iki asker, 16 sivil bürokrat (üçü Hristiyan) ve ulemadan 10 kişi vardır[6]. Cemiyet-i Mahsusa Mithat Paşanın ve Sait Paşanın hazırladığı önceki taslaklardan ve yabancı anayasalardan (Belçika, Polonya, Prusya) da yararlanarak Kanun-u Esasînin tasarısını hazırladı. Tasarı Mithat Paşanın başkanlığındaki Heyet-i Vükelâdan geçti. Neticede Padişah tarafından kabul ve ilân edildi[7]. Görüldüğü gibi Kanun-u Esasî, halkı temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmamıştır. Keza Kanun-u Esasînin kabulü için bir kurucu referandum da yapılmamıştır[8]. Kanun-u Esasî, hukukî olarak Padişahın tek yanlı bir işleminden doğmuştur. Kanun-u Esasî hukukî biçimi itibarıyla “ferman”dır[9].
B. Anayasal Niteliği
Kanun-u Esasî bir “anayasa” mıdır? Bu soru Türk doktrininde sorulmuştur. Recai Galip Okandan’a göre, Kanun-u Esasî şekil olarak anayasa niteliğine sahip değildir. Çünkü,
“Kanun-u Esasîsinin vücuda getiriliş tarzı tamamen kendine has bir mahiyet arz etmektedir. Kanun-u Esasî millet tarafından, milletin tevkil eylediği kimseler tarafından, bağımsız bir yasama organı veya bir Kurucu Meclis tarafından tanzim ve kabul edilmiş değildir”[10].
Recai Galip Okandan’a göre Kanun-u Esasî muhteva açısından da anayasa niteliğine sahip değildir. Zira, ona göre, Kanun-u Esasî
“her yönden Hükümdarın hak ve yetkilerini teyide ve takviyeye hizmet eyliyen bu kanunla, fertlere sağlanan haklar, siyasî ve hukukî müeyyidelerden, bu hususta hatıra gelebilecek ihtimallerden uzak tutulmuş ve hatta, aksine bu hakların icabında ortadan kaldırılabilmeleri hususunda Padişaha önemli imkanlar sağlanmıştır”[11].
Kanımızca, Recai Galip Okandan’ın her iki görüşü de tamamıyla yanlıştır. Öyle görünüyor ki, Okandan, şeklî ve maddî anlamda anayasa tanımlarından habersiz idi. Yazara göre şekil bakımından halk veya halkın temsilcileri tarafından yapılmayan bir kanuna anayasa denemez. Eğer anayasaların halk tarafından yapılması yönünde böyle bir şart aranırsa dünyamızda ondokuzuncu yüzyılda değil, yirminci yüzyılda bile “anayasa” kalmaz. Zira anayasalar geçmişte olduğu gibi, günümüzde de kendisine aslî kurucu iktidar adı verilen, en büyük gücü elinde bulunduran, sınırsız, hukuk-dışı, fiilî bir iktidar tarafından yapılmaktadır.
Muhteva bakımından aşağıda görüleceği üzere Kanun-u Esasî döneminin Avrupa anayasaları ile tamamıyla karşılaştırılabilir niteliktedir.
Kanımızca, “Kanun-u Esasî bir anayasa mıdır?” sorusuna cevap vermek için her şeyden önce, “anayasa”dan ne anlamak gerektiğini belirtmek gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi, anayasa biri maddî, diğeri şeklî olmak üzere iki değişik anlamda tanımlanmaktadır.
Maddî anlamda anayasa, devlet organlarının kuruluşunu, işleyişini ve bireylerin devlet karşısında sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri belirleyen, yazılı veya teamülî, kuralların bütünüdür[12]. Bu anlamda Kanun-u Esasî tam olarak anayasal niteliktedir. Zira aşağıda görüleceği gibi, Kanun-u Esasî bir yandan devlet organları arasındaki ilişkileri, diğer yandan da vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini düzenlemektedir.
Şeklî anlamda anayasa ise, normlar hiyerarşisinde en üst sırayı işgal eden ve kanunlardan farklı ve daha üstün bir usûlle konulan ve değiştirilebilen hukuk kurallarının bütünü olarak tanımlanmaktadır[13]. Şeklî kritere göre, Kanun-u Esasînin anayasal nitelikte olduğu açıktır. Zira, bir kere, Kanun-u Esasî kendisinin üstünlüğünü ve bağlayıcılığını açıkça ilân etmektedir. 115’inci maddeye göre, “Kanun-u Esasînin bir maddesi bile hiçbir sebep ve bahane ile tatil ve icradan iskat edilemez”. Diğer yandan Kanun-u Esasînin 116’ncı maddesi Kanun-u Esasî değiştirilme usûlünü öngörmüştür. Bu maddeye göre, Kanun-u Esasî değişiklik teklifinin kabul edilmesi için sırasıyla Meclis-i Mebusanın ve Meclis-i Âyanın üye tamsayılarının üçte iki oy çokluğu gerekir. Bu demektir ki, Kanun-u Esasî kanunlardan zor değiştirilebilir bir metindir. Dolayısıyla Kanun-u Esasîyi şekli kritere göre bir anayasa olarak kabul etmek zorundayız.
Ayrıca şunu da belirtelim ki, Tanzimat ve Islahat Fermanlarının aksine Kanun-u Esasî sistem olarak da Batılı bir anayasa gibi madde maddedir.
Şimdi Kanun-u Esasînin kurduğu anayasal sistemi görelim. İlk önce Kanun-u Esasînin temel ilkelerini, sonra Kanun-u Esasînin vatandaşlara tanıdığı temel haklar ve özgürlükleri, daha sonra da devletin temel kuruluşunu görelim.
C. Temel İlkeleri
Devletin Monarşik Niteliği .- Osmanlı Devleti bir monarşidir. Zira Kanun-u Esasînin 3’üncü maddesine göre, devlet başkanlığı irsî olarak intikal etmektedir.
Devletin Üniter Niteliği.- Kanun-u Esasînin birinci maddesinde Osmanlı Devletinin “memalik ve kıtaat-ı hazırayı ve eyalat-ı mümtazeyi” içerse de “yek vücud” olduğu ve “hiçbir sebeple tefrik kabul etmediği” belirtilmiştir.
Devletin Dinî Niteliği.- Osmanlı Devleti laik değildir. Devletin bir dinî vardır, o da “din-i İslâm ”dır (m.11). Kanun-u Esasî de devletin dinî niteliğini gösteren başka hükümler de vardır. Keza, Padişah aynı zamanda halifedir (m.3, 4) ve “Ahkâm-ı şer’iye”yi uygulatır (m.7). Şeyhülislâm devlet örgütünün içinde ve Hükûmette yer almaktadır (m.27). Kanunlar, “umur-u diniye”ye aykırı olamazlar (m.64). Keza ülkede şer’iye mahkemeleri vardır (m.87). Nihayet Padişahın ismi hutbelerde zikredilecektir (m.7)[14].
Devletin Resmî Dili.- Kanun-u Esasîye göre devletin resmî bir dili vardır; o da Türkçedir (m.18). Devlet hizmetine girmek için bu dili bilmek gerekir (m.18).
Devletin Başkenti.- Kanun-u Esasîye göre devletin başkenti (payitaht ) İstanbul’dur. Ancak bu şehrin diğer şehirlerden bir “imtiyaz ve muafiyeti yoktur” (m.2).
D. Temel Hak ve Özgürlükler
Kanun-u Esasî 8 ilâ 26’ncı maddelerinde “Tebaa-i Devlet-i Osmaniye’nin Hukuku Umumîyesi” başlığı altında Osmanlı tebaasının temel hak ve özgürlüklerini düzenlemiştir.
Vatandaşlık Hakkı.- Kanun-u Esasînin 8’inci maddesinde tâbiiyet hakkı düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, Osmanlı tâbiiyeti, din ve mezhebe bağlı değildir. Osmanlı tâbiiyeti “kanunen muayyen olan ahvale göre” kazanılır ve kaybedilir. Görüldüğü gibi Osmanlı vatandaşlık anlayışında, ırk, dil, din, mezhep gibi objektif unsurlara bir gönderme yoktur. Kanun-u Esasî Osmanlı tâbiiyetinde bulunan herkesin dinî veya mezhebi ne olursa olsun “Osmanlı” olduğunu ilân etmektedir. Dolayısıyla, “Osmanlılık”, ırksal, dilsel veya dinsel bir vatandaşlık anlayışı değil, hukukî, anayasal bir vatandaşlık anlayışına dayanır.
Kişi Hürriyeti.- Kanun-u Esasînin 9’uncu maddesinde “kişi hürriyeti ” tanınmıştır. Maddeye göre, “Osmanlıların kaffesi hürriyet-i şahsiyelerine malik ve aherin hukuk-u hürriyetine tecavüz etmemekle mükelleftir”.
Kişi Güvenliği .- Kanun-u Esasînin 10’uncu maddesinde bugün “kişi güvenliği” dediğimiz temel hak düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, “hürriyet-i şahsiye her türlü taarruzdan masundur. Hiç kimse kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz”. Burada aynı zamanda “suçların kanunîliği” ilkesinin de bulunduğuna işaret edelim.
İbadet Hürriyeti .- Kanun-u Esasînin 11’inci maddesinde, “asayiş-i halkı ve adab-ı umumîyeyi ihlâl etmemek şartı ile” ülkedeki bütün dinlerin “serbesti-i icrası” kabul edilmiştir.
Basın Hürriyeti.- Basın hürriyeti 12’inci maddede şu meşhur formül ile kabul edilmiştir: “Matbuat kanun dairesinde serbesttir”.
Şirket Kurma Hürriyeti .- Kanun-u Esasînin 13’üncü maddesinde “Tebaa-i Osmaniyenin nizam ve kanun dairesinde ticaret ve sanat ve felahet için her nevi şirketler teşkiline mezun” olduğu belirtilmiştir.
Dilekçe Hakkı .- Kanun-u Esasînin 14’üncü maddesi, Osmanlı tebaasından bir veya birkaç kişinin gerek kendilerine gerek “umuma müteallik olan” bir konuda yetkili makamlara ve meclis-i Umumîye “arzuhal vermeğe” ve keza memurları hakkında şikayette bulunmaya hakları olduğu belirtilmektedir.
Öğretim Hürriyeti .- 15’inci madde, genel ve özel öğretimin kanuna uymak şartıyla serbest olduğunu belirtmektedir. 16’ncı madde de ise, okulların devletin gözetimi altında olduğu hükmü vardır.
Eşitlik İlkesi .- 17’nci madde, “ahval-i diniye ve mezhebiyeden maada” bütün Osmanlıların “huzuru kanunda (kanun önünde)” haklar ve ödevler bakımından eşit olduğunu öngörmektedir.
Devlet Memurluğuna Girme Hakkı .- 19’uncu maddede “umum tebaanın ehliyet ve kabiliyetlerine göre münasip memuriyetlere” girme hakları kabul edilmiştir. Din mezhep ayrımı olmaksızın bütün Osmanlı tebaasının devlet memuriyetine girme hakkının 1856 Islahat Fermanı ile tanındığını hatırlatalım. 18’inci madde ise, devlet memuriyetine gireceklerin Türkçeyi bilmeleri şart koşulmaktadır. Yine bu maddede, Türkçenin devletin resmî dili olduğu belirtilmektedir.
Malî Güce Göre Vergi İlkesi .- Kanun-u Esasînin 20’nci maddesinde vergilerin “herkesin kudreti nispetinde tarh ve tevzi” olunacağı ilân edilmiştir. Kamu yararının gerektirmedikçe ve bedelinin peşin ödenmedikçe bir kişinin tasarrufunda bulunan mülkün alınamayacağı belirtilmiştir.
Konut Dokunulmazlığı.- 22’nci maddede “herkesin mesken ve menzili taarruzdan masundur” denilerek “mesken masuniyeti ” tanınmıştır.
Kanunî Hâkim Güvencesi.- 23’üncü madde “hiç kimse kanunen mensup olduğu mahkemeden başka bir mahkemeye gitmeye icbar olunamaz” diyerek kanunî hâkim güvencesini kabul etmiştir.
Müsadere, Angarya Yasağı .- Kanun-u Esasînin 24’üncü maddesi, savaş hali dışında müsadere ve angaryayı yasaklamıştır.
Vergilerin Kanunîliği İlkesi.- 25’inci maddeye göre, “bir kanuna müstenit olmadıkça vergi ve rüsumat namı ile ve nam-ı aherle hiç kimseden bir akçe alınamaz”.
İşkence Yasağı .- Kanun-u Esasînin 26’ncı maddesine göre, “işkence ve sair her nevi eziyet katiyen ve külliyen memnudur”.
Seçme ve seçilme hakkı “Tebaa-i Devlet-i Osmaniye’nin Hukuk-u Umumîyesi” başlıklı bu bölümde öngörülmemiştir. Ancak, 65 ilâ 69’uncu maddelerde Heyet-i Mebusanın azalarının müntehipler tarafından seçileceği öngörüldüğüne göre, seçme seçilme hakkının da Kanun-u Esasî tarafından dolaylı olarak tanındığı sonucuna varabiliriz[15].
Kanun-u Esasîde kişi hürriyeti ve güvenliğini sağlamaya yönelik birtakım yargısal güvenceler de öngörülmüştür. Bir kere yukarıda söylediğimiz gibi “kanunî hâkim (tabiî hâkim ) ilkesi” (m.23) kabul edilmiştir. Artık kimse kanunla bağlı olduğu mahkemeden başka bir mahkemeye gitmeye zorlanamayacaktır. Diğer yandan 85’inci maddeye göre, bir davaya ancak ait olduğu mahkemede bakılacaktır. Keza mahkemeler görevlerine giren davalara bakmaktan kaçınamayacaklardır (m.84). Ayrıca, varolan olağan mahkemeler dışında, “fevkalâde bir mahkeme veyahut hüküm vermek salâhiyetini haiz komisyon teşkil” edilemeyecektir (m.89). Bunların yanında muhakemenin alenîliği ilkesi (m.82) kabul edilmiştir. Nihayet 83’üncü maddede herkesin lüzum gördüğü meşru vasıtalarla haklarını savunabileceği (hak arama özgürlüğü) esası kabul edilmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin yargısal güvencesi açısından Kanun-u Esasî günümüz anayasalarından pek de geri değildir.
E. Devletin Temel Organları
1876 Kanun-u Esasîsinde, devletin temel organları, modern sistematiğe uygun olarak yasama, yürütme ve yargı olarak üçe ayrılarak düzenlenmiştir.
1. Yasama Organı: Meclis-i Umumî
Kuruluşu.- Kanun-u Esasînin kurduğu yasama organının adı “Meclis-i Umumî”dir. Meclis-i Umumî, Kanun-u Esasînin 42 ilâ 80’inci maddeleri arasında düzenlenmiştir. Meclis-i Umumî, Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusan isimli iki heyetten oluşmaktadır (m.42). Meclis-i Umumî azalarının yasama sorumsuzluğu (m.47) ve dokunulmazlığı (m.48, m.79) öngörülmüştür.
a) Heyet-i Âyan [16].- Heyet-i Âyan günümüzün senatolarına tekabül eden bir ikinci meclistir. Heyet-i Âyan azası doğrudan doğruya Padişah tarafından atanır (m.60). Üye sayısı Heyet-i Mebusanın üye sayısını üçte birini geçmeyecektir (m.60). Üye seçilebilmek için 40 yaşını doldurmuş, umumun itimadına şayan ve devlet hizmetinde bulunmuş olmak (veya Hahambaşı veya Patriklik yapmış olmak) gerekir (m.61). Heyet-i Âyan üyeliği ömür boyudur (kayd-ı hayat) (m.62). Heyet-i Âyan tüm ikinci meclislerin sahip olduğu rolleri yerine getirebilir. Üyelerinin Padişah tarafından atanması büyük bir sakınca olarak görülemez. Çünkü, Heyet-i Âyan üye sayısı Heyet-i Mebusanın üye sayısının üçte birini geçemez ve üyeleri ömür boyu görevde kalır. Bu nedenle, Padişahın beğenmediği üyeleri değiştirme veya yeni üyeler atayarak çoğunluğu değiştirme imkanı yoktur.
b) Heyet-i Mebusan.- Heyet-i Mebusan üyeleri ise Osmanlı tebaasından her ellibin erkek nüfusa bir temsilci seçilmesiyle kurulur (m.65). Seçimler dört yılda bir kere yapılır (m.69). Heyet-i Mebusan üyelerinin tekrar seçilmeleri mümkündür (m.69). Kanun-u Esasî’de seçim sistemine ilişkin tek hüküm, “gizli oy ilkesi (rey-i hafî kaidesi)” ile yapılacağıdır (m.66). 66’ncı madde seçimin “suret-i icrasının kanun-ı mahsus ile tayin olunaca”ğını belirtmektedir. Ancak kanun yapabilmek için de mebusların seçilmiş olması gerektiğinden Kanun-u Esasî hazırlanırken bir sene yürürlükte kalacak ve seçimin nasıl yapılacağını gösteren “Talimat-ı Muvakkate ” ismini taşıyan bir talimat 28 Ekim 1876’da yürürlüğe kondu[17]. Talimat-i Muvakkate iki dereceli basit çoğunluk sistemine dayanıyordu. Seçilecek mebusların 80’ini Müslüman ve 50’sini ise gayrimüslim olarak tespit etmekte idi. Memleket birbirinden farklı iki bölgeye ayrılmıştı. İstanbul şehri (İzmit dahil) 20 daireli bir seçim çevresi kabul edilmişti. Bu seçim bölgesinden beşi Müslim, beşi de gayrimüslim olmak üzere 10 mebus iki dereceli seçim ile seçilecekti. Her daireden “birinci seçmenler”[18] önce 40 “ikinci seçmen (müntehib-i sani )” seçecek, sonra da bunlar mebusları seçeceklerdi. İstanbul dışında kalan yerlerde ise, kaza, liva ve vilayet merkezlerinde evvelce seçilmiş idare meclisleri üyeleri “ikinci seçmen” kabul olunmuştu ve bunlar milletvekillerini doğrudan doğruya seçmişlerdir[19].
Kanun-u Esasî temsilî demokrasinin temel ilkelerinden biri olan “milletin temsili ilkesi”ni açıkça kabul etmiştir. 71’inci maddeye göre, “Heyet-i Mebusan azasının her biri kendini intihap eden (seçen) dairenin (çevrenin) vekili olmayıp umum Osmanlıların vekili hükmündedir”. Bülent Tanör Kanun-u Esasînin bu 71’inci maddesinde geçen bu “umum Osmanlıların vekili” ibaresinden hareketle, milletin de “bir siyasal varlık olarak yeni anayasal sisteme” katıldığı, “Padişahın artık siyasal sistemin mutlak ve biricik egemeni olmaktan” çıktığı sonucuna ulaşmaktadır. Kanımızca, bu sonuca Kanun-u Esasînin başka hükümlerinden hareketle ulaşılabilir veya ulaşılamaz; ama her halükârda 71’inci maddeden hareketle ulaşılamaz. Bu maddede öngörülen tek şey, temsilcinin seçildiği seçim çevresini değil, bütün milleti temsil ettiği yolundaki ilkedir. Aynı ilke aşağı yukarı aynı kelimelerle 1921 (m.5), 1924 (m.13), 1961 (m.76) ve 1982 (m.80) Anayasalarında öngörülmüştür. Bu ilke bilindiği gibi temsili demokrasinin temel ilkelerinden biri olan “milletin temsili” ilkesidir.
Kanun Yapma Usûlü.- Kanun teklif etme hakkı Heyet-i Vükelâya (Bakanlar Kurulu), Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusana aittir (m.53). Ancak Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusan ancak kendi görev alanlarını ilgilendiren konularda (“kendü vazife-i muayyeneleri dairesinde bulunan mevad için”) kanun teklif etmeye yetkilidirler (m.53). Yapılan teklif Sadaret (Başbakanlık) aracılığıyla Padişaha iletilir ve onun izni istenir (m.53). Bu izin bir irade-i seniyye ile verilirse, teklif konusu, ilkin yasama meclislerine değil, Şura-ı Devlete gönderilir (m.53). Şura-ı Devlet bir kanun lahiyası hazırlar (m.54). Bu lahiya (tasarı) önce Heyet-i Mebusanda, daha sonra Heyet-i Âyanda görüşülür (m.54). Kanun lahiyasının kabulünde her iki meclisin eşitliği vardır. Meclislerden birinde lahiya reddedilmişse, o senenin içtima döneminde tekrar müzakere edilemez (m.56). Her iki Meclis tarafından da kabul edilen metin tasdik için Padişaha sunulur. Padişah bir irade-i seniyye” ile tasdik ederse, kanun yürürlüğe girer (düsturul amel olur) (m.54). Görüldüğü gibi, kanunun yürürlüğe girmesi Padişahın onayına bağlıdır. Bu şu anlama geliyor ki, Padişahın “mutlak veto” yetkisi vardır. Görüldüğü gibi yasama süreci içinde Padişahın sadece sembolik değil, çok önemli yetkileri vardır. Kanun teklifinin görüşülebilmesi için Padişahın izni gerekir. İzin vermiş olmasına rağmen Padişah Meclislerce kabul edilmiş bir kanunu veto edebilir.
Meclis-i Umumînin Çalışması .- Meclis ilk içtimaını 20 Mart 1877’de yapmıştır. Bu tarihten itibaren 56 içtima (toplantı) yaptıktan sonra 28 Haziran 1877’de feshedilmiştir. 1877’de ikinci seçim yapılmış ve 13 Aralık 1877’de Meclis-i Umumî tekrar toplanmış ve 29 toplantı yaptıktan sonra 14 Şubat 1878’de “tatil”e girmiştir[20]. Bu tatile giriş Kanun-u Esasînin 43’üncü maddesinde öngörülmüştür (“Meclis-i Umumînin iki heyeti beher sene... mart iptidasında... ba irade-i seniyye kapanır”). Ancak yine aynı maddeye göre Meclis-i Umumînin “irade-i seniyye” ile Kasım başında toplantıya çağrılması gerektiği halde, Meclis-i Umumî bir daha toplantıya çağrılmamıştır[21]. Genelde Meclis-i Umumînin Abdülhamit tarafından fesh edildiği yolunda yanlış bir izlenim vardır. Görüldüğü gibi meclis fesh edilmemiş, usûlüne uygun olarak tatile girmiş, ancak tatilden sonra, usûlüne aykırı olarak bir daha toplantıya çağrılmamıştır.
2. Yürütme Organı
Kanun-u Esasînin kurduğu yürütme organı ikili yapıdadır. Bir tarafta devlet başkanı olarak Padişah, diğer tarafta da Hükûmet vardır.
a) Padişah
Padişah yürütme organının başıdır.
Belirlenmesi[22].- Kanun-u Esasîye göre saltanat Osmanlı sülalesine aittir (m.3). Bu sülalenin içinde saltanatın kime geçeceği konusunda da Kanun-u Esasî “ekber evlat (seniorat )” sistemini kabul etmiştir.
“Saltanatı Seniye-i Osmaniye... sülale-i âli Osmandan usûl-i kadimesi veçhile ekber evlada aittir”.
Bu sisteme göre ise ölen yahut tahtan indirilen Padişahın yerine en büyük oğlu değil, Osmanlı ailesinin en yaşlı erkek evladı tahta geçer. Osmanlı sisteminde kadınların Padişah olma hakları yoktur.
Halife Niteliği .- Kanun-u Esasînin 3’üncü maddesine göre, “Saltanat-ı seniye-i Osmaniye, hilafet-i kübra -ı İslâmiyeyi haiz”dir. Yani saltanat hilafeti içermektedir. Keza 4’üncü madde de Padişahın halife olarak “din-i İslâmın hamisi” olduğu ilân edilmektedir.
Sorumsuzluğu.- Tüm monarşilerde olduğu gibi hükümdarın mutlak sorumsuzluğu ilkesi Kanun-u Esasîde de öngörülmüştür. Kanun-u Esasînin 5’inci maddesine göre “Zat-ı Hazret-i Padişahînin nefsi hümayunu mukaddes ve gayr-i mes’uldür”. Bu sorumsuzluk, siyasî, cezaî ve hukukî açılardan tamdır. O halde, Osmanlı Padişahı, bir Cumhurbaşkanından farklı olarak mutlak bir sorumsuzluğa sahiptir. Göreviyle ilgili suçlardan sorumsuz olduğu gibi, kişisel suçlarından da sorumsuzdur. Keza Padişah vatana ihanetten dolayı da suçlandırılamaz. Ayrıca Padişahın bu sorumsuzluğunun gerek cezaî, gerek hukukî olduğunu da belirtmek gerekir. Padişaha karşı hiçbir mahkemede, hiçbir şekilde dava açılamaz[23].
Görev ve Yetkileri.- Padişahın yürütme organının başı olarak birçok yetkileri vardır. Kanun-u Esasînin 7’nci maddesinde Padişahın görev ve yetkileri sayılmıştır: Bakanların tayin ve azli, rütbe ve nişan verilmesi, para basılması, uluslararası andlaşma yapma yetkisi, “harb ve sulh ilânı”, kara ve deniz kuvvetlerinin komutanlığı, kanun ve şeriat hükümlerinin uygulanması, “nizamnamelerin tanzimi”, cezaların hafifletilmesi ve affı, Meclis-i Umumînin toplantıya çağrılması ve tatil edilmesi, Heyet-i Mebusanın üyelerinin yeniden seçilmesi kaydıyla Heyet-i Mebusan fesih hakkı, vb. Keza 29’uncu maddeye göre, Bakanlar Kurulunun önemli kararları icra edebilmesi için Padişahın iznini alması zorunludur. Yukarıda da Padişahın kanun yapma sürecindeki yetkilerini görmüştük. Kanun tekliflerinin görüşülebilmesi için Padişahın iznini almak gerektiği gibi, kabul edilen kanunlar hakkında da Padişahın mutlak veto yetkisi bulunmaktadır. Keza, Padişaha 113’üncü madde de istediği kişileri “sürgüne gönderme” yetkisi verilmiştir. Bu maddeye göre, Padişah, “Hükûmetin emniyetini ihlâl ettikleri idare-i zabıtanın tahkikat-ı mevsukası üzerine sabit olanları” ülke dışına “ihraç” edebilecekti.
Fesih Hakkı .- Padişahın Parlâmentoya karşı da önemli yetkileri vardır. Meclislerin çalışma takvimini (toplantıya çağrılması, tatile girmesi, vaktinden evvel açma, içtima müddetini uzatma ve kısaltma) (m.42, 43, 44) belirleme yetkisi Padişaha aittir. Keza Padişah Meclis-i Umumîyi feshedebilir. Padişahın fesih hakkı iki ayrı yerde öngörülmüştür. 7’nci maddede Padişahın takdirine kalmış bir “ledeliktiza (gerektiği zaman) fesih" hakkı vardır. 35’inci maddede ise Hükûmet ile Meclis arasında ortaya çıkabilecek bir uyuşmazlığı çözmek için bir fesih müessesesi öngörülmüştür. Bu maddeye göre, Heyet-i Vükelâ ile Heyet-i Mebusan arasında bir konuda “ihtilaf” çıkarsa Heyet-i Vükelâ, bu konuda “ısrar” ederse Heyet-i Mebusan da bunu iki defa ard arda reddederse Padişah, Heyet-i Vükelâ “tebdil (değiştirme)” veya Heyet-i Mebusanın “fesih” edebilir. Fesih yolunu seçerse belirli bir sürede Heyet-i Mebusan seçimleri yenilenmelidir.
Türk hukuk literatüründe Padişahın bu fesih hakkı eleştirilmiştir. Kanımızca, 7’nci maddede öngörülen fesih hakkı tüm parlâmenter rejimlerde görülen yürütme organının başının sahip olduğu bir yetkidir. Bir parlâmenter monarşide bu yetkinin hükümdara tanınmasından daha doğal bir şey yoktur. 35’inci madde ise eleştirilecek değil, övülecek bir maddedir. Hükûmet ile parlâmento arasındaki uyuşmazlığı çözmeye yöneliktir. Değiştirilmek istemeyen Hükûmet ve feshedilmek istemeyen Meclis inatlaşmayı bırakıp uzlaşmaya çalışacaklardır. Bu usûl, 20’nci yüzyılda görülen “rasyonelleştirilmiş parlâmentarizm” araçlarına benzemektedir.
İkinci Abdülhamit’in Meclis-i Mebusanı feshettiği bir daha toplantıya çağırmadığı yolunda Türk siyasal kültüründe yanlış bir kanı vardır[24]. Yukarıda görüldüğü gibi İkinci Abdülhamit 20 Mart 1877’de Meclisi feshetmiş, Kanun-u Esasînin öngördüğü şekilde Heyet-i Mebusan seçimleri yapılmış ve 13 Aralık 1877’de Meclis-i Umumî tekrar toplanmıştır. Meclis-i Umumî, Kanun-u Esasînin 43’üncü maddesine uygun olarak 14 Şubat 1878’de “tatil”e girmiştir[25]. Burada bir fesih yok; bir “tatil” vardır. Ancak İkinci Abdülhamit tatile giren Meclisi Kasım başında toplantıya çağırması gerekirken bir daha toplantıya çağırmamıştır[26]. Görüldüğü gibi, burada fesih hakkının kötüye kullanılması değil, toplantıya çağırma hakkının kötüye kullanılması söz konusudur[27].
b) Heyet-i Vükelâ
“Heyet-i Vükelâ” bir nevi bakanlar kuruludur. Heyet-i Vükelânın başkanı sadrazamdır (m.28). Heyet-i Vükelâda sadrazamdan başka şeyhülislâm ve diğer vekiller bulunur. Sadrazam ve şeyhülislâm doğrudan Padişah tarafından atanır (m.27). Diğer vekiller de, sadrazam tarafından değil, Padişah tarafından atanırlar (m.7, m.27). Keza bunların azli de yine Padişaha ait bir yetkidir (m.7). Bu şu anlama gelmektedir ki, sadrazam, şeyülislâm ve vekiller Padişaha karşı sorumludurlar.
Heyet-i Vükelâ Meclis-i Mebusan karşısında sorumlu değildir. Kanun-u Esasîde güven oylaması usûlü yoktur. Meclis-i Mebusan gensoru verip Hükûmeti düşüremez. Hükûmeti denetlemenin bilinen yollarından (soru, genel görüşme, meclis araştırması, meclis soruşturması, gensoru) sadece “soru (sual)” (m.38) ve vekillerin cezaî sorumluluğunu başlatabilecek ve dolayısıyla bir nevi meclis soruşturması olarak görülebilecek bir vekilin “Divan-ı Âliye havalesi” usûlü vardır (m.31). Özetle Kanun-u Esasînin kurduğu Hükûmet, Meclisin güvenine dayanmaz; ona karşı sorumlu değildir. Bu nedenle Kanun-u Esasînin kurduğu Hükûmet sistemini “parlâmenter sistem” olarak nitelemek oldukça güçtür. O halde, Kanun-u Esasînin kurduğu sistemi kuvvetler ayrılığı esasına dayalı bir sistem olarak görmek pek doğru olmayabilir. Yukarıda Padişahın sahip olduğu olağanüstü yetkiler de göz önüne alınırsa, Kanun-u Esasînin bir “parlâmenter monarşi”, bir “sınırlı monarşi” kurduğunu söylemek oldukça güçtür[28].
3. Yargı Organı
Kanun-u Esasî yargı organını “mehakim (mahkemeler)” başlığı altında 81 ilâ 91’inci maddelerinde düzenlemiştir. 1876 Kanun-u Esasîsinin yargı konusunda getirdiği güvenceler günümüz Anayasalarının güvencelerden hiç de az değildir. Yargılama faaliyeti önemli güvencelere bağlanmıştır. Bir kere hakimler azlolunamazlar (m.81). Diğer yandan hakimlerin özlük işlerinin (yükselme, yer değiştirme, emeklilik) özel bir kanun (kanun-ı mahsusa) ile düzenleneceği öngörülmektedir (m.81). Mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi, 87’nci maddede “mahkemeler her türlü müdahalattan azâdedir” denilerek açıkça tanınmaktadır. Keza mahkemelerin sınıf, görev ve yetki paylaşımının kanunla yapılacağı öngörülmektedir (m.88). Aynı şekilde hakimlerin atanması da yürütmenin takdirinden çıkarılıp kanuna tâbi kılınmaktadır (m.89). Yine hakimlerin bağımsızlığı sağlamak için hakimlerin devletin maaşlı bir başka memuriyetini kabul edemeyecekleri hükmü de getirilmiştir (m.90). Kanun-u Esasî savcılık kurumunu da anayasallaştırmış ve savcıların görev ve derecelerinin kanunla belirleneceği hükmünü getirmiştir (m.91). Kanun-u Esasî ayrıca vekilleri ve temyiz mahkemesi başkan ve üyelerini ve Padişah aleyhine cürüm işleyenleri yargılamak üzere bir de Divan-ı Ali (yüce divan) kurmuştur (m.92-95). Kanun-u Esasî yargılamanın “alenîliği” ilkesini kabul etmiştir (m.82). Kanun-u Esasî yine “hak arama özgürlüğü”nü tanımıştır (m.83). Kanun-u Esasînin 84’üncü maddesi, “bir mahkeme vazifesi dahilinde olan davanın her ne vesile ile olursa olsun rüiyetinden imtina edemez” diyerek mahkemelerin ihkak-ı haktan imtina edemeyecekleri ilkesini benimsemiştir. Yine 85’inci madde her davanın ait olduğu mahkemede görüleceği hükmünü getirmektedir. Kişiler ile Hükûmet arasındaki davaların dahi genel mahkemelere tâbi olduğu belirtilmiştir (m.85). Nihayet Kanun-u Esasî “kanunî hâkim (tabiî hâkim, olağan hâkim) ilkesini” çok açık bir şekilde kabul etmiştir:
“Her ne nam ile olursa olsun, bazı mevadd-ı mahsusayı rüiyet ve hükmetmek için mehakim-i muayyene haricinde fevkalâde bir mahkeme ve yahut hüküm vermek salâhiyetini haiz komisyon teşkili katiyen caiz değildir”.
Bu hükümlerden açıkça görüleceği gibi Kanun-u Esasînin yargı alanında getirdiği hükümler, aşağıda göreceğimiz 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunundan oldukça ileridir; 1961 ve 1982 Anayasalarından ise pek geri kalan yanı yoktur. Kanun-u Esasînin yargıya ilişkin hükümleri döneminin Batı Avrupa ülkelerinin Anayasalarıyla tamamıyla boy ölçüşebilir niteliktedir.
1876 Kanun-u Esasîsinde yargı yetkisi sahibi artık Padişah değildir. Bu yetki bağımsız mahkemeler tarafından kullanılmaktadır.
F. Kanun-u Esasînin Üstünlüğü ve Değiştirilmesi
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kanun-u Esasî, şeklî anayasa anlayışına göre tam bir anayasadır. Kanun-u Esasî, üstün ve katı bir anayasadır.
Kanun-u Esasînin 115’inci maddesi “Kanun-u Esasînin bir maddesi bile hiçbir sebep ve bahane ile tatil veya icradan ıskat edilemez” hükmünü getirmektedir. Bu hüküm anayasanın üstünlüğünü ve bağlayıcılığını göstermektedir.
Diğer yandan Kanun-u Esasî, değiştirilmesi bakımından “katı bir anayasa”dır. Anayasanın değiştirilmesi için Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusan üye tamsayılarının üçte iki çoğunluğuyla değişiklik teklifinin kabul edilmesi gerekir. Bu çoğunluk ile kabul edilen değişiklik teklifinin yürürlüğe girmesi için Padişahın onayı gerekir. Yani anayasa değişikliği konusunda Padişah, mutlak bir veto yetkisine sahiptir. Buradan şunu gözlemleyebiliriz ki, 1876 Kanun-u Esasîsi sisteminde tali kurucu iktidar, Meclis-i Umumî ile Padişah arasında paylaşılmıştır. Padişah, tek başına tali kurucu iktidarı kullanamaz. Meclis-i Umumî ise bu iktidara sahiptir; ancak yaptığı değişikliğin geçerliliği için Padişahın onayını da elde etmesi gerekir.
G. Kanun-u Esasînin Değeri
Kanun-u Esasînin tam anlamıyla meşrutî, anayasal ve parlâmenter bir sistem kurduğunu söylemek oldukça güçtür. Bunun nedenlerini yukarıda gördük. Bir kere yasama yetkisinin kullanımına Padişahın çok önemli müdahaleleri vardır (kanun teklifinin görüşülebilmesi için Padişahın izni ve yürürlüğe girmesi için onayı gerekir). Bakanlar Kurulu, parlamentoya karşı değil, Padişaha karşı sorumludur. Özetle yasama ve yürütme fonksiyonu hâlâ büyük ölçüde Padişaha bağımlıdır. Bu iki fonksiyon bakımından Padişahın anlamlı bir şekilde sınırlandırılmış olduğunu söylemek oldukça güçtür. Ancak bununla birlikte, yargı fonksiyonu artık Padişahın egemenliğinden çıkmıştır. Yargı fonksiyonu bağımsız mahkemelere verilmiştir. Diğer yandan birçok temel hak ve özgürlük de tanınmıştır. Özetle, meşrutî monarşi tam anlamıyla kurulamamış olsa da, artık mutlak monarşiden çıkılmıştır.
H. Uygulama
Abdülhamit Mithat Paşayı daha Meclis-i Mebusan toplanmadan azletti ve sürgüne gönderdi (5 Şubat 1877). Kanun-u Esasînin daha ilk yılında Rusya ile “Doksanüç Harbi ” çıkmıştır. Abdülhamit Meclis-i Umumîyi, Kanun-u Esasîye uygun olarak 14 Şubat 1878’de “tatil” etmiş, ama bir daha toplantıya çağırmamıştır. Abdülhamit bundan sonra adım adım mutlakiyetçi bir rejim kurmuştur.
V. 1909 Kanun-u Esasî Değişiklikleri (İkinci Meşrutiyet)
Bibliyografya.- Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.139-183; Tarık Zafer Tunaya, “İkinci Meşrutiyetin Siyasal Hayatımızdaki Yeri”, Türk Parlâmentoculuğunun İlk Yüzyılı: 1876-1976, Ankara, Siyasî İlimler Türk Derneği Yayınları, Tarihsiz (1977?), s.79-90; Tarık Zafer Tunaya, “1876 Kanun-u Esasî ve Türkiye’de Anayasa Geleneği”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, 1985, Cilt 1, s.36-45; Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, op. cit., s.231-282; Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.47-74; Arsel, Türk Anayasa Hukukunun Umumî Esasları, op. cit., s.31-40; Özçelik, Esas Teşkilat Hukuku Dersleri, op. cit., c.II, s.88-98.
A. Olaylar
İttihat ve Terakki örgütü Abdülhamit’in istibdat rejimine karşı mücadele ediyordu. 1908 Temmuzunda Abdülhamit’e karşı yapılan toplantı ve mitingler bütün Rumeli’yi sardı. 400 kişilik çetesiyle birlikte kolağası Niyazi Bey , Resne’de dağa çıktı. 23 Temmuz 1908 günü İttihat ve Terakki Manastır’da hürriyet ilân etti. Aynı günün gecesi Abdülhamit Kanun-u Esasîyi yeniden yürürlüğe koydu ve böylece İkinci Meşrutîyet ilân edilmiş oldu[29]. Abdülhamit, nazırları da değiştirdi. Bu durumda da İttihat ve Terakki Cemiyeti Abdülhamit’in tahtta kalmasına rıza gösterdi[30].
Heyet-i Mebusan Seçimleri .- Padişah 23 Temmuz 1908 tarihli “Meclis-i Mebusanın İçtimaa Davet Olunması Hakkında İrade-i Seniye” ile Meclis-i Mebusanı toplantıya çağırdı. Bunun için ise seçimlerin yapılması gerekliydi. İkinci devre Heyet-i Mebusanının kabul ettiği 30 yıldır Padişahın tasdikini bekleyen “İntihab-ı Mebusan Kanunu” hatırlandı ve bu tasdik edilerek yürürlüğe kondu[31]. Seçimler Kasım-Aralık 1908’de yapıldı. Seçimlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti çok önemli bir rol oynadı. Seçimleri İttihat ve Terakki Cemiyeti listeleri kazandı. Rakibi olan Osmanlı Ahrar Fırkası Meclise sadece bir mebus sokabildi. Nihayette seçilen 275 mebustan 160 kadarı İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesiydi[32].
Yeni Meclis-i Umumî 17 Aralık 1908 günü Padişahın nutkuyla açıldı. Epey bir süre etkin bir şekilde çalıştı. Kanun-u Esasî o zamanki şeklinde olmamasına rağmen dönemin Hükûmetleri hakkında güven oylaması yapıldı (13 Ocak 1909) ve Kamil Paşa Hükûmetini güvensizlik oyuyla düşürdü (13 Şubat 1909)[33].
Zamanla İttihat ve Terakkiye karşı muhalefet arttı ve 13 Nisan 1909 (31 Mart 1325)’da, İstanbul’da tarihimizde “31 Mart Olayı ” şeklinde bilinen ayaklanma oldu. Ayaklanmayı bastırmak için İttihat ve Terakkinin güçlü olduğu Selanik’ten Hareket Ordusu İstanbul’a yürüdü. Yeşilköy’de 22 Nisan 1909’da Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusan “Meclis-i Umumî-i Millet ” ismi altında toplandı. Hareket Ordusu 24 Nisan 1909’da İstanbul’a girdi ve ayaklanmayı bastırdı. 27 Nisan 1909’da Meclis-i Umumî-i Millet İstanbul’da toplandı ve Padişahın değiştirilmesi sorununu görüştü. Meclis, Abdulhamit’in “tahtan indirilmesine” ve Mehmet Reşat’ın “tahta çıkarılmasına” karar verdi. Abdülhamit Selanik’e gönderildi[34]. Bu tarihten sonra Padişahın siyasal sistemdeki etkisi kırılmıştır. Osmanlı Padişahı bu tarihten sonra meşrutî monarşideki bir hükümdar gibi, sembolik yetkileri olan bir devlet başkanı konumuna düşmüştür. Böylece ülkede meşrutî monarşi gerçekleşmiş oluyordu. Hareket Ordusunun müdahalesi, ülkemizde siyasal iktidara karşı ordunun yapmış olduğu ilk doğrudan müdahaledir. Ülkemizde bunun örneklerine daha sonra da rastlanılacaktır[35].
Ayaklanmanın bastırılması ve Padişahın değiştirilmesinden sonra Meclis-i Umumî yoğun bir çalışma içine girdi. 1876 Kanun-u Esasîsi kendi öngördüğü usûle uyularak 8 Ağustos 1909 tarihli kanunla büyük ölçüde değiştirildi. Toplam olarak 21 maddede değişiklik yapıldı. Bir madde kaldırıldı ve üç yeni madde eklendi[36]. Orhan Aldıkaçtı, değişiklikler sonucunda yeni bir anayasa yapıldığı kanaatindedir. Zira, “tadilat sonucu Anayasanın bütün prensipleri değiştirilmiş ve anayasa tekniği bakımından eskisinden çok üstün bir anayasa konmuştur”[37]. Kanımızca bir anayasanın içeriğinin büyük ölçüde değişmesi ve hatta tümden değişmesi yeni bir anayasaya vücut vermez. 1909 değişiklikleri 1876 Kanun-u Esasînin öngördüğü değiştirme usûlüne uyularak yapıldıklarına göre, nicelik olarak ne kadar çok ve önemli olursa olsunlar, geçerliliklerini 1876 Kanun-u Esasîsinin kendi değiştirme usûlünü düzenlediği 116’ncı maddesinden alırlar. O halde Kanun-u Esasînin ilk şekliyle değişiklikten sonraki şekilleri arasında bir kesinti yoktur. Bunlar aynı anayasadırlar.
Şimdi 1909 değişikliklerinin neler getirdiklerini görelim.
B. Temel Hak ve Özgürlükler ile ilgili değişiklikler
Kanun Dışı Tutuklama Yasağı .- Kanun-u Esasînin 10’uncu maddesi, bugün “kişi güvenliği” dediğimiz temel hakkı düzenliyordu. Bu hak ilk şeklinde sadece kişileri kanun dışı “cezalandırmalara (mücazat)” karşı koruyordu. 1909 değişikliği ile kişiler; kanun dışı “tutuklamalara (tevkif)” karşı da korunmuştur.
Sansür Yasağı .- Kanun-u Esasînin ilk şekli “matbuat kanun dairesinde serbesttir” diyordu. 1909 değişikliğinde buna “hiçbir vesile ile kableltab teftiş ve muayeneye tâbi tutulamaz” hükmü ilave edilmiştir. Bu hüküm ile sansür yasaklanıyordu.
Padişahın Sürgün Yetkisinin İlgası.- Yukarıda görüldüğü gibi Kanun-u Esasînin ilk şekli Padişaha istediği kişiyi basit bir “zabıta tahkikatı” sonucu sürgün etme yetkisi veriyordu. 1909 değişikliği ile 113’üncü maddedeki bu hüküm kaldırılmıştır.
Haberleşme Gizliliği .- Kanun-u Esasîye yeni bir 119’ncu madde eklenmiştir. Bu madde haberleşmenin gizliliği esasını kabul etmektedir. Maddeye göre, “postanelere mevdu (verilmiş) evrak ve mekatib (mektuplar) müstantik (sorgu yargıcı) veya mahkeme kararı olmayınca açılamaz”.
Toplanma Hakkı.- 1909 değişikliği ile Osmanlılara “toplanma hakkı (hakk-ı içtima)” tanınmıştır (m.120).
Dernek Kurma Hakkı.- 1909 değişikliği ile “dernek kurma (cemiyetler teşkil etme)” hakkı da tanınmıştır.
C. Devletin Temel Organları
1. Yasamayla İlgili Değişiklikler
Meclis-i Mebusan ve Heyet-i Âyanın kuruluşlarında bir değişiklik olmamıştır. Ancak yasama yetkisinin kullanılmasında önemli değişiklikler yapılmıştır. Bir kere kanun teklif etmek için Padişahın iznini alma şartı kaldırılmıştır. İkinci olarak kanun tekliflerinin ilk önce Şura-ı Devlette görüşülmeleri usûlü ilga edilmiştir. Üçüncü olarak Kanun-u Esasînin ilk şeklinde olan Padişahın mutlak veto yetkisi , 1909 değişikliği ile “geciktirici ve zorlaştırıcı veto yetkisi”ne dönüştürülmüştür. Artık Padişah beğenmediği kanunları mutlak surette veto etme hakkına sahip değildir. Padişaha “arz olunan kanunlar iki mah (ay) zarfında ya tasdik olunur, yahut tekrar tetkik edilmek üzere bir kerre iade edilir. İade olunan kanunun tekrar müzakeresinde ekseriyet-i sülüsan (üçte iki oy çoğunluğu) ile kabul şarttır”. Görüldüğü gibi burada Padişaha yine de çok önemli bir yetki verilmiştir. Bir kere Padişah bir kanunu iki ay süreyle bekletebilir (Ancak müstaciliyetine (acil olduğuna) karar verilmiş olan kanunlar on gün zarfında ya tasdik veya iade olunur). İkinci olarak, Padişah bir kere daha görüşülmek üzere geri gönderirse aynı kanunun Meclislerde kabul edilebilmesi için üçte iki oy çoğunluğu gerekir. Burada çok önemli bir “zorlaştırıcı veto” yetkisi vardır. Ancak her halükârda Padişah karşısında üçte ikiye ulaşan kararlı bir Meclis çoğunluğu varsa, Meclisin Padişahın bu vetosunu aşması mümkündür. Bu şu anlama gelmektedir ki, artık Padişah “egemen” değildir. Parlâmento bir kanunu Padişaha rağmen çıkarabilmektedir. Böyle bir sistemde Padişahın artık mutlak egemenliğinden bahsedilemez. En azından yasama yetkisinin sahibinin artık Padişah olduğunu söylemek mümkün değildir.
2. Yürütmeyle İlgili Değişiklikler
Kanun-u Esasînin kurduğu yürütme organı ikili yapıdadır. Bir tarafta devlet başkanı olarak Padişah, diğer tarafta da Hükûmet vardır.
a) Padişah .- Herşeyden önce belirtmek gerekir ki, 1909 değişikliği ile Padişahın “Kanun-u Esasî Ahkâmına (hükümlerine) riayet ve vatan ve millete sadakat edeceğine yemin” edeceği öngörülmektedir. 1876 Kanun-u Esasîsinin ilk şeklindeki Padişahın görev ve yetkileri, 1909 değişikliğinde de esas itibarıyla korunmuştur (m.7). Ancak aşağıda açıklanacağı gibi kurulan bu sistemin parlâmenter niteliği gereği, Padişah artık bu yetkilerini ancak sadrazam ve ilgili vekilin imzası ile kullanabilir[38]. Padişahın 113’üncü maddede öngörülen “sürgüne gönderme” yetkisi kaldırılmış, 35’inci maddede öngörülen “fesih hakkı” da kullanılamaz hale getirilmiştir. Diğer yandan Padişahın milletlerarası andlaşma “akdetme” yetkisi Meclis-i Umumînin tasdiki şartına bağlanmıştır (m.7).
b) Heyet-i Vükelâ.- Kuruluşu: Heyet-i Vükelânın kuruluş tarzı tamamen değiştirilmiştir. 1909 değişikliğine göre, sadrazam (başbakan) Padişah tarafından atanacak, diğer vekiller (bakanlar) ise sadrazam tarafından seçilecektir (m.29). Padişahın sadrazam atama yetkisi çok önemli bir yetki değildir, çünkü aşağıda görüleceği gibi Heyet-i Vükelâ Meclis-i Mebusan karşısında sorumlu olduğu için, Padişah ancak Meclis-i Mebusandan güven oyu alabilecek birini Sadrazam atayabilir. O halde Hükûmetin kuruluş şemasının parlâmenter sisteme tam anlamıyla uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Heyet-i Vükelânın Siyasal Sorumluluğu: 1909 değişiklikleri ile Heyet-i Vükelânın (Bakanlar Kurulunun) Padişaha karşı değil, Meclis-i Mebusana karşı sorumlu olduğu esası kabul edilmiştir (m.30). 30’uncu maddenin yeni şekline göre, vekiller (bakanlar) “Hükûmetin siyaset-i umumîyesinden müştereken ve daire-i nezaretlerine ait muamelattan dolayı münferiden Meclis-i Mebusana karşı mesuldürler”. Yani 1909 değişikliği bakanların kolektif ve bireysel sorumluluklarını açıkça kabul etmektedir. Hükûmetin genel politikasından “kolektif olarak (müştereken)”, kendi bakanlıklarındaki işlerden ise “bireysel olarak (münferiden)” sorumludurlar. Bakanların siyasal sorumluluğu da tamamıyla parlâmenter sisteme uygundur.
Yukarıda 1876 Kanun-u Esasîsinin ilk şeklinde yürütme organının aslî unsurunun Padişah olduğunu görmüştük. 1909 değişikliğinden sonra ise yukarıda gördüğümüz gibi yürütme organının aslî unsuru artık “Heyet-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu)”dır. Yürütme yetkisinin Padişahtan Heyet-i Vükelâya doğru kaydığını söyleyebiliriz.
3. Yargı
1876 Kanun-u Esasînin ilk şeklinin de yargıya ilişkin hükümlerinin döneminin koşullarında mükemmel olduğunu söylemiştik. Her halde bu nedenle olsa gerek, 1909 değişikliklerinde yargıya ilişkin bir değişiklik yapılması ihtiyacı hissedilmemiştir.
D. 1909 Değişikliklerinin Değerlendirilmesi
1909 değişikleri ile artık Osmanlı rejimi meşrutî (anayasal) parlâmenter bir monarşi haline gelmiştir. Böyle bir sistem esas itibarıyla demokratiktir. Böyle bir sistemde yasama yetkisi esas itibarıyla halkın temsilcilerinden oluşan yasama organı tarafından kullanılır. Yürütme yetkisi ise esas itibarıyla yasamanın güvenine dayanan Hükûmet tarafından kullanılır. Padişahın gerek yasama ve gerek yürütme alanındaki yetkileri semboliktir. 1909 değişiklikleriyle Osmanlı İmparatorluğunun mutlak monarşiden kesin olarak çıktığını ve sınırlı monarşi dönemine girdiğini söyleyebiliriz.
Ancak bilindiği gibi rejim, kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki diktatörlüğüne dönüşmüştür. Bu dönemdeki uygulamaları demokratik olarak nitelendirebilmek oldukça güçtür. En azından yapılan seçimlerin serbestliği pek şüphelidir. Seçimlerde İttihat ve Terakkinin baskıları sözkonusudur. Osmanlı İmparatorluğu 1909 değişikliklerini izleyen dönemde oldukça güç yıllar geçirmiştir: Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı. Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğunun ülkesinin önemli bir kısmı (başkent dahil) işgal altına girdi.
- 1876 Kanun-u Esasîsinde Yapılan Değişiklikler
7 Zilhicce 1293 (23 Aralık 1876) tarihli Kanun-u Esasî (Düstur, Birinci Tertip, Cilt 4, s.1-40) yedi değişikliğe uğramıştır:
1. 7 Zilhicce 1293 Tarihli Kanun-u Esasînin Bazı Mevaddı Muaddelesine Dair Kanun, Kabul Tarihi: 5 Şaban 1327 - 8 Ağustos 1325 (1909), Düstur, İkinci Tertip, Cilt 1, s.638-644.
2. Kanun-u Esasînin 5 Şaban 1327 Tarihli 7, 35 ve 43'üncü Mevaddı Muaddelesini Muaddil Kanun, Kabul Tarihi: 2 Recep 1332 - 15 Mayıs 1330 (1914), Düstur, İkinci Tertip, Cilt 6, s.749-750.
3. 7 Zilhicce 1293 Tarihli Kanun-u Esasînin 102'nci Maddesi ile 2 Recep 1332 Tarihli 7'inci ve 43'üncü Mevaddı Muaddelesini Muaddil Kanun, Kabul Tarihi: 26 Rebiyülevvel 1333 - 29 Kanunusani 1330 (1914), Düstur, İkinci Tertip, Cilt 7, S.224-225.
4. Kanun-u Esasînin 5 Şaban 1327 Tarihli 76'ncı Madde-i Muaddelesini Muaddil Kanun, Kabul Tarihi: 4 Cemaziyüevvel 1334 - 25 Şubat 1331 (1916), Düstur, İkinci Tertip, Cilt 8, s.483.
5. Kanun-u Esasînin 26 Rebiülevvel 1333 Tarihli 7'nci Maddei Muaddelesinin Tadili İle 2 Recep 1332 Tarihli 35'inci Maddei Muaddelesinin Tayyı Hakkında Kanun, Kabul Tarihi: 4 Cemaziyülevvel 1334 - 25 Şubat 1331 (1916), Düstur, İkinci Tertip, Cilt 8, S.484.
6. 7 Zilhicce 1293 Tarihli Kanun-u Esasînin 72'nci Maddesinin Muaddil Kanun, Kabul Tarihi: 15 Cemaziyülevvel 1334 - 7 Mart 1332 (1916), Düstur, İkinci Tertip, Cilt 8, s.754.
7. Kanun Esasînin 69'uncu Maddesini Muaddil Kanun, Kabul Tarihi: 8 Cemaziyülahir 1336 - 21 Mart 1334 (1918), Düstur, İkinci Tertip, Cilt 10, s.176.
- Osmanlı Anayasal Gelişmeleri Hakkında Bir Genel Değerlendirme
Genelde ülkemizde anayasacılık hareketlerinin geç başladığı, demokrasi deneyimimizin az olduğu, Batıda demokrasi uğrunda yüzyıllarca savaş verildiği, ülkemizde ise bu işe yeni başlandığı gibi fikirler hakimdir. Hemen belirtelim ki, bu yöndeki genel kanılar yanlıştır ve maalesef bu yanlışlığı görmemiz için bir Alman hukukçudan, Cristian Rumpf’tan şu satırları okumayı bekledik:
“Anayasa tarihinin ayrıntılı olarak incelenmesi, Osmanlı İmparatorluğundaki makropolitik demokrasi kurumlarının, ‘Avrupa’da ortaya çıkan benzerlerini sadece birkaç yıl gecikmeyle izlediğini gösterir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin Almanya’dan daha fazla demokrasi deneyimi vardır”[39].
Gerçekten de Dünyada ilk Anayasa, 1787 tarihli Amerikan Anayasasıdır. İkinci Anayasa ise 1791 tarihli Fransız Anayasasıdır. Diğer anayasalar tarih olarak şöyle sıralanabilir: 1812 İspanyol, 1814 Norveç, 1831 Belçika, 1848 İtalya (Statut Albertin), 1848 İsviçre, 1887 Hollanda, 1889 Japonya[40]. Görüldüğü gibi ilk Osmanlı Anayasasının tarihi olan 1876 Dünya anayasacılık tarihinde oldukça erken bir tarihtir. Hele 1808 Sened-i İttifakı, 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanının içerikleri bakımından anayasal nitelikte olan belgeler olduğu hatırlanırsa, Osmanlı İmparatorluğunun bu alanda Batılı örneklerinden pek de geri kalmadığı, hatta birçok ülkeden önde bile olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Yukarıda da gördüğümüz gibi ülkemizde devlet iktidarının sınırlandırılması ve temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve korunması fikri 1808’den bu yana vardır. 1808 tarihli Sened-i İttifakta birçok temel hak ve özgürlük tanınmıştır. Yine bu Belgede Hükümdarın yetkilerinin sınırlandırılması ilkesi benimsenmiştir. 1839 Tanzimat Fermanında ise temel hak ve özgürlükler konusunda oldukça ileri bir liste vardır. 1856 Islahat Fermanında bu liste geliştirilmiş; özellikle din ve mezhep bakımından eşitlik ilkesi tanınmıştır. 1876 Kanun-u Esasîsi biçimsel anlamda anayasa özelliklerini yerine getiren, yani kanunlardan üstün ve katı bir anayasadır. Temel hak ve özgürlükleri eksiksiz tanımıştır. Devletin temel kuruluşunu bu Anayasa düzenlemiştir. Yargı yetkisi bağımsız mahkemelere verilmiş ve zamanı için mükemmel sayılacak güvencelere bağlanmıştır. Yargı yetkisinin sahibi ülkemizde 1876’dan sonra kesin bir şekilde artık Padişah değildir. 1876 Kanun-u Esasîsinin ilk şeklinde yasama ve yürütme yetkilerinin hâlâ büyük ölçüde Padişaha bağımlı olduğunu yukarıda gördük. Bu nedenle tam bir meşrutî monarşinin kurulamamış olduğuna işaret ettik. Ancak 1909 anayasa değişiklikleri ile ülkemizde bu anayasal monarşinin kurulabildiğini söyledik. 1909’dan sonra, artık, sadece yargı değil, yasama ve yürütme de Padişahın elinde değildir. Yasama yetkisi Meclise, yürütme yetkisi de yasamanın güvenine dayanan Heyet-i Vükelâya aittir. Ülkemizde daha 1909 yılında, demokrasinin tüm anayasal kurumları hukukî planda kurulmuştur. Şüphesiz bu, ülkenin bu dönemde fiilen de demokratik bir şekilde yönetildiğini anlamına gelmez. Ancak demokrasinin hukukî kurumları konusunda Türkiye’nin çok eskiye dayanan önemli deneyimi vardır.
[1]. “Kanun-u Esasî”nin doğru yazılışı aslında “Kanun-ı Esasî”dir. Farsça sıfat tamlamalarındaki iki kelimenin arasına giren işaret Türkçe’ye -i veya -ı harfleriyle aktarılabilir. Ancak ses uyumuna göre u veya ü şeklinde de söylenebilir. Buna göre “Kanun-ı Esasî” şeklinde yazıp “Kanunu Esasî” şeklinde okumak gerekir (Devellioğlu, op. cit., s.IV). Kanımızca, “Kanun-u Esasî” şeklinde yazım yerleşmiştir. Buna dokunmamak uygun olur.
[2]. Olaylar için bkz. Karal, Osmanlı Tarihi, op. cit., c.VII, s.101-112, 352-367.
[3]. Ibid., s.362.
[4]. Ibid., s.366.
[5]. Ibid., s.366.
[6]. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.111. Kanun-u Esasînin hazırlanmasındaki olaylar için bkz. Karal, Osmanlı Tarihi, op. cit., c.VIII, s.222.
[7]. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.111.
[8]. Ibid.
[9]. Ibid.
[10]. Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları, op. cit., s.146.
[11]. Ibid., s.147.
[12]. Gözler, Anayasa Normlarının Geçerliliği Sorunu, op. cit., s.57.
[13]. Ibid.
[14]. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.57; Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.113.
[15]. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.122.
[16]. Heyet-i Âyan hakkında bkz. Ahmet Yeşil, “Osmanlı’da Siyasî Temsil ve Alan Meclisi”, Türkiye Günlüğü, Mart-Nisan 2000, Sayı 60, s.23-42.
[17]. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.61.
[18]. İstanbul ve çevresinde birinci seçmen olabilmek için “emlake mutasarrıf olmak” şartı getirilmişti. Yani genel oy ilkesi değil, sınırlı oy ilkesi benimsenmişti (Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.128).
[19]. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.61-62; Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.127-129.
[20]. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.62.
[21]. Ibid.
[22]. Osmanlı İmparatorluğunda XVII’nci yüzyılın başlarına kadar saltanatın intikali konusunda belirli bir kural oluşamamıştır (Üçok ve Mumcu, op. cit., s.210). İlk zamanlarda ölen Padişah yerine, Padişahın oğullarından, büyük olandan ziyade en güçlüsü gelmiştir. Saltanat konusunda bir kanunname çıkaran Fatih Sultan Mehmed dahi saltanatın intikali konusunda bir kural koyamamıştır. “Her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizamı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. Onunla amil olalar” şeklinde koyduğu kuralda saltanatın kendi evladından birine ait olacağı belirtilmektedir. Ancak kendi evladından gelen kimin saltanata çıkacağı konusunda bir kural yoktur. Fatih de eski Türk anlayışından sıyrılamıyor, kendi evlatları arasından “tahta çıkmak kime nasip olursa” onun Padişah olacağını kabul ediyordu. Padişahlardan bazıları kardeşlerini yenerek saltanatı elde etmiştir. Hatta bazıları (Yavuz Sultan Selim) babasını tahtan indirerek hükümdar olmuştur (Üçok ve Mumcu, op. cit., s.211).
Osmanlı İmparatorluğunda şehzadeler valilikle görevlendirilirdi. Babası ölünce en çabuk bir şekilde İstanbul’a gelip kapıkullarını elde eden şehzade hükümdar olurdu. Bu nedenle İstanbul’a en yakın yerde vali olmak bir ayrıcalıktı. İkinci Selim’den (1566) itibaren yalnız büyük şehzadenin vali olarak ataması yapıldı. Yani artık sadece büyük oğlun egemenlik hakkı tanındı. Böylece primogenitur sistemi yerleşmiş oldu. Ancak bu sistem de 1603 yılına kadar uygulanabilmiştir. Birinci Ahmet’in ölümünden sonra, çocukları çok küçük olduğundan onun yerine büyük oğlu değil, kardeşi Mustafa tahta çıkarıldı. Böylece artık Padişahlar, ailenin en yaşlı erkek üyesinden seçilmeye başladı. Bu şekilde de “seniorat (ekber evlad)” sistemi yerleşti (Üçok ve Mumcu, op. cit., s.211-212).
[23]. Bundan yadırganacak bir şey yoktur. Tüm monarşilerde hükümdarların mutlak sorumsuzluğu ilkesi kabul edilmiştir. Örneğin İngiltere’de bu konuda “The King can do no wrong” kuralı geçerlidir (S. A. De Smith ve Rodney Brazier, Constitutional and Administrative Law, London, Penguin Books, 6th Edition, 1989, s.133). Hatta, İngiltere’de latife yollu, “Kral bir bakanı öldürse bundan Başbakan sorumlu olur; Kral Başbakanı öldürürse bundan kimse sorumlu olmaz” denmektedir.
[24]. Bu yanlış kanıyı Başgil, Arsel gibi anayasa hukukçuları yaymıştır. Arsel, Türk Anayasa Hukukunun Umumî Esasları, op. cit., s.31: “Abdülhamit II, 13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Umumîyi gayri muayyen bir müddet feshetmiş...”. Başgil, Esas Teşkilât Hukuku: Cilt I: Türkiye’nin Siyasî Rejimi ve Anayasa Prensipleri, op. cit., s.98: “İkinci içtima senesinde de 1877 Aralık ayı içinde başlanmış ve otuz kadar oturumdan sonra Meclis Padişah tarafından feshedilmiştir”. Keza, Özçelik, Esas Teşkilat Hukuku Dersleri, op. cit., c.II., s.86: “Neticede Abdülhamit Meb’usan Meclisinin feshine karar vererek bu kararını 14 Şubat 1878 tarihli toplantısında okuttu”.
[25]. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.62.
[26]. Ibid.
[27]. Konu hakkında bir değerlendirme için bkz. Tunçer Karamustafaoğlu, Yasama Meclislerini Fesih Hakkı, Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 1982, s.186-188.
[28]. Aynı yönde bkz.: Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.120; Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.64; Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara, Yetkin Yayınları, Beşinci Baskı, 1998, s.4.
[29]. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.146-147; Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.68-69.
[30]. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.148-149.
[31]. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.69.
[32]. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.152.
[33]. Ibid., s.156.
[34]. Ibid., s.158.
[35]. Ibid., s.159.
[36]. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.70.
[37]. Ibid.
[38]. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.161.
[39]. Rumpf, Türk Anayasa Hukukuna Giriş, op. cit., s.5.
[40]. Değişik ülkelerdeki anayasacılık hareketleri konusunda bkz. Paola Biscaretti di Ruffia ve Stefan Rozmaryn, La Constitution comme loi fondamentale dans les Etats de l’Europe occidentale, Paris, LGDJ, 1966, s.9-22.
Copyright
(c) Kemal Gözler. 2005. Bu sayfaya izin almadan link verilebilir. Ancak, bu web sayfası, önceden izin almaksızın ne suretle olursa olsun, kopyalanamaz, çoğaltılamaz, tekrar yayınlanamaz, dağıtılamaz, başka internet sitelerine metin olarak konulamaz. İzin için kgozler@hotmail.com adresine başvurunuz. 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 21.2.2001 tarih ve 4630 sayılı Kanun ve 3.3.2004 tarih ve 5101 sayılı Kanunla değişik 71 ve 72’nci maddeleri, bir fikir ve sanat eserini herhangi bir yöntemle çoğaltanları, dağıtanları, satanları, elinde bulunduranları, paraya çevrilmeksizin, 2 (iki) yıldan 4 (dört) yıla kadar hapis cezası veya 50 (elli) milyar liradan 150 (yüzelli) milyar liraya kadar ağır para cezasıyla veya zararın ağırlığı dikkate alınarak bunların her ikisiyle birden cezalandırmaktadır.
Alıntılar (İktibas) Konusunda Açıklamalar
Bu çalışmadan yapılacak alıntılarda (iktibaslarda) 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 35’inci maddesinde öngörülen şu şartlara uyulmalıdır: (1) İktibas, bir eserin “bazı cümle ve fıkralarının” bir başka esere alınmasıyla sınırlı olmalıdır (m.35/1). (2) İktibas, maksadın haklı göstereceği bir nispet dahilinde ve münderecatını aydınlatmak maksadıyla yapılmalıdır (m.35/3). (3) İktibas, belli olacak şekilde yapılmalıdır (m.35/5) [Bilimsel yazma kurallarına göre, aynen iktibasların tırnak içinde verilmesi ve iktibasın üç satırdan uzun olması durumunda iktibas edilen satırların girintili paragraf olarak dizilmesi gerekmektedir]. (4) İktibas ister aynen, ister mealen olsun, eserin ve eser sahibinin adı belirtilerek iktibasın kaynağı gösterilmelidir (m.35/5). (5) İktibas edilen kısmın alındığı yer belirtilmelidir (m.35/5).
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 21.2.2001 tarih ve 4630 sayılı Kanun ve 3.3.2004 tarih ve 5101 sayılı Kanunla değişik 71’inci maddesinin 4’üncü fıkrası, 35’inci maddeye aykırı olarak “kaynak göstermeyen veya yanlış yahut kifayetsiz veya aldatıcı kaynak” göstererek iktibas yapan kişileri, 2 (iki) yıldan 4 (dört) yıla kadar hapis veya 50 (elli) milyar liradan 150 (yüzelli) milyar liraya kadar ağır para cezasıyla veya zararın ağırlığı dikkate alınarak bunların her ikisiyle birdencezalandırmaktadır.
Ayrıca Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 18 Şubat 1981 tarih ve E.1980/1, K.1981/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre kararına göre, “iktibas hususunda kullanılan eser sahibinin ve eserinin adı belirtilse bile eser sahibi, haksız rekabet hükümlerine dayanarak Borçlar Kanununun 49. maddesindeki koşulların gerçekleşmesi halinde manevi tazminat isteyebilir”.
Yukarıdaki şartlara uygun olarak alıntı yapılırken bu çalışmaya şu şekilde atıf yapılması önerilir:
Kemal Gözler, “Kanun-u Esasi”, www.anayasa.gen.tr/kanunuesasi.htm; (erişim tarihi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu Yazıya Yorum yapın ( Anonim veya Ad Url yi Seçin)