28 Haziran 2011 Salı

1924 Anayasası - 1924 Anayasası Maddeleri - 1924 Anayasası Kanunları

1924 Teşkİlât-ı Esasîye Kanunu





Kemal Gözler

Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları, 2000, s.57-75'ten alınmıştır

Bibliyografya.- Arsel, Türk Anayasa Hukukunun Umumî Esasları, op. cit., s.85-111; Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, op. cit., s.9-20; Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, op. cit., s.241-276; Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi..., op. cit., s.86-123; Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, op. cit., s.60-88; Parla, Türkiye’de Anayasalar, op. cit., s.18-22; Recai Galip Okandan, “20 Nisan 1340 Anayasamıza Göre ‘Hakk-ı Kaza”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt XXXII, Sayı 2-4, s.411 vd; Mümtaz Soysal ve Fazıl Sağlam, “Türkiye’de Anayasalar”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1983, Cilt 1, s.24-28; Ahmet Mumcu, “1924 Anayasası”, Atatürk Araştırma Merkezî Merkezî Dergisi, Cilt II, Mart 1986, Sayı 5, s.383-399; Ahmet Mumcu, İnsan Hakları ve Kamu Hürriyetleri, Ankara, Savaş Yayınları, 1994, s.230-246; Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, Afa Yayınları, İkinci Baskı, 1996, s.59-345; Esat Öz, Otoriterizm ve Siyaset: Türkiye’de Tek-Parti Rejimi ve Siyasal Katılma, Ankara, Yetkin Yayınları, 1996; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması: 1923-1931, Ankara, Yurt Yayını, 1981; A. Şeref Gözübüyük ve Zekâi Sezgin, 1924 Anayasası Hakkında Meclis Görüşmeleri, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1957. 1941 Anayasasının metni için bkz.: Kağıt Kaynaklar: Düstur, Tertip 3, Cilt 5, s.576. Suna Kili ve A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1985, s.109-135. Server Tanilli, Anayasalar ve Siyasal Belgeler, İstanbul, Cem Yayınevi, 1976, s.68-84.E-Kaynak: www.anayasa.gen.tr/1924tek.htm ; English Translation of the 1924 Turkish Constitution: Edward Mead Earle, "The New Constitution of Turkey", Political Science Quarterly, Vol. 40, No. 1 (Mar., 1925), pp.73-100 (Stable URL: http://links.jstor.org/sici?sici=0032-3195%28192503%2940%3A1%3C73%3ATNCOT%3E2.0.CO%3B2-6 ) or http://www.bilkent.edu.tr/~genckaya/1924constitution.pdf


1. Hazırlanışı

İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi, seçildikten hemen sonra, yeni bir anayasa yapma sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Zira, 1876 Kanun-u Esasîsi resmen ilga edilmemişti. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu da yeni bir devletin ihtiyaçlarını karşılayacak derecede ayrıntılı değildi[1].

İkinci dönem Büyük Millet Meclisi, yeni bir anayasa yapmak için özel olarak seçilmiş bir “kurucu meclis” değildi[2]. Anayasa tasarısı Kanun-u Esasî Encümeni tarafından hazırlandı. Hazırlanan tasarı Genel Kurula sunuldu. Mecliste hangi çoğunlukla kabul edileceği belli değildi. Meclis ilk önce bu konuda 11 Mart 1340 (1924) tarih ve 83 sayılı “Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Ekseriyet-i Mutlakanın Sülüsan Ekseriyetiyle Kabul Edilmesine Dair Kararı” almıştır[3]. Bu karara uyularak, yeni Anayasa, toplantı yeter sayısı olan üye tam sayısının salt çoğunluğun üçte ikisinin oyu ile kabul edilmiştir. Yeni Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 20 Nisan 1340 (1924) günü kabul edildi[4].
2. Anayasanın Üstünlüğü

Öncelikle belirtelim ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1876 Kanun-u Esasîsini ve 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununu açıkça yürürlükten kaldırıyordu (m.104). Böylece 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu döneminde yaşanan “ikili anayasal düzen”[5] son buluyordu.

“Anayasanın üstünlüğü ilkesi” 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 103’üncü maddesinde açıkça ilân edilmiştir:

“Teşkilât-ı Esasîye Kanununun hiçbir maddesi, hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tatil olunamaz.

Hiçbir kanun Teşkilât-ı Esasîye Kanunu münafi olamaz”.

Birinci fıkra ülkedeki herkese yönelik bir emirdir. Anayasa maddelerinin bağlayıcı olduğuna işaret etmektedir. İkinci fıkra ise, Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile adî kanunlar arasında varolan hiyerarşiyi dile getirmektedir. Teşkilât-ı Esasîye Kanunu bir anayasa olarak kanunlardan üstündür; kanunlar Teşkilât-ı Esasîye Kanunu aykırı olamazlar. Ancak bu dönemde kanunların Teşkilât-ı Esasîye Kanununa uygunluğunu denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi kurulmamıştır. Yargıtay ve Danıştay da kanunların Teşkilât-ı Esasîye Kanununa uygunluğunu denetleme yetkisini kendilerinde görmemiştir. Bu duruma bakarak, doktrinde, 1924 Anayasası döneminde anayasanın üstünlüğü ilkesinin pratikte büyük ölçüde etkisiz kaldığı, yani Teşkilât-ı Esasîye Kanununa aykırı kanunların çıkarılmış olduğu iddia edilmiştir. Örneğin, İlhan Arsel’e göre,

“ancak bu hüküm (m.103) tatbikatta müessir bir netice tevlit etmemiş ve devlet organları ve idare makamları Anayasanın kendilerine doğrudan doğruya hitap etmediğini ve bu itibarla kendilerini sadece kanun ile bağlı gördüklerini beyanla Anayasa ile kanunun çarpıştığı her defasında Anayasayı değil, fakat kanunu tatbik yoluna gitmişlerdir”[6].

Birçok yazar, 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanununun, anayasanın üstünlüğünü sağlayacak bir mekanizma kabul etmediğini, bu dönemde, Anayasa Mahkemesinin olmadığını, genel mahkemelerce kanunların anayasaya uygunluğunun denetim sisteminin de kabul edilmediğini vurgulamaktadırlar. Bu nedenle, pratikte Türkiye Büyük Millet Meclisinin yaptığı kanunların Anayasaya aykırı olabildiğini yazmaktadırlar[7]. Yani, bu yazarlara göre 1924 Anayasası sisteminde, anayasanın üstünlüğü ilkesinin pratik bir müeyyidesi yoktu. Dolayısıyla, 1924 Anayasasının gerçek anlamda “Anayasanın üstünlüğü” ilkesini gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değildi[8]. Buna karşılık bu yazarlar, 1961 Anayasasının anayasanın üstünlüğü ilkesine saygıyı sağlamakla görevli bir Anayasa Mahkemesi kurduğunu ve artık anayasanın üstünlüğü ilkesinin sözde kalmadığını yazmaktadırlar[9].

Eleştiri.- Yukarıdaki görüşler çok abartılıdır. Bir kere hemen belirtelim ki, aşağıda anayasa yargısını inceleyeceğimiz bölümde de gereceğimiz gibi, anayasa mahkemelerinin kurulması yeni bir olgudur. İlk Anayasa Mahkemesi 1920’de Avusturya’da, ikincisi 1948’de İtalya’da ve üçüncüsü 1949’da Almanya’da kurulmuştur. Zaten 1924 Anayasasının bir Anayasa Mahkemesi kurması çok şaşırtıcı olurdu.

Kanımızca 1924 Anayasası döneminde “Anayasanın üstünlüğü ilkesinden söz edilemeyeceği yolundaki görüş, hukukun genel teorisi açısından pek tutarlı değildir. Zira bu sonuç kanunların anayasaya uygunluk denetiminin olmadığı bir sistemde, anayasa normlarının etkisizliğini ve dolayısıyla geçersizliğini iddia etmektedir ki, bu tamamıyla yanlıştır. Anayasa Normlarının Geçerliliği Sorunu başlıklı çalışmamızda gösterdiğimiz gibi[10], kanunların anayasaya uygunluğu denetiminin mevcut olmadığı bir sistemde kanunların anayasaya uygunluğundan veya aykırılığından hukuken söz edilemez. Böyle bir sistemde kanun ile anayasa arasında hukukî değil, görünüşte bir aykırılık vardır. Diğer bir ifadeyle kanunların anayasaya aykırı olduğunu söylemeye yetkili otantik bir organ yok ise, kanunun anayasaya aykırılığı hukuk düzeni içinde hiçbir zaman tespit edilemeyecektir. Herkes, kanunun anayasaya aykırı olup olmadığı konusunda bir görüş açıklayabilir; ama kimse hukuk düzeninden böyle bir kanunu geçersiz kılmak için karar verme yetkisi almamıştır. Yani böyle bir “görünüşte” anayasaya aykırılığı “hukuk düzlemi”ne çıkarmak imkânsızdır. O halde 1924 Anayasası ortamında kanunların anayasaya uygunluğu denetimi mümkün olmadığına göre, kanunların anayasaya uygunluğundan veya aykırılığından hukuken bahsedilemez.

1924 Anayasası sisteminde anayasanın kanunlara üstün olmadığı sonucuna da varamayız. Böyle bir sistemde de hukukun genel teorisi açısından, anayasanın üstünlüğü söz konusudur. Ancak ilk önce anayasa yargısının olduğu bir sistemde, anayasanın üstünlüğü ilkesinin ne anlama geldiğini tespit edelim:

Kanunların anayasaya uygunluğunun denetiminin mümkün olduğu bir sistemde (örneğin 1961 Anayasası ortamında), anayasanın üstünlüğü ilkesi, önce yasama organına (TBMM'ye), sonra ve nihaî olarak da anayasaya uygunluk denetimi yapmakla görevli organa (Anayasa Mahkemesine) hitap eder. Eğer yasama organının anayasanın üstünlüğü ilkesine saygı göstermediği yetkili kişiler ve makamlar tarafından iddia edilirse, anayasa yargısı organı, kanunun anayasaya aykırı olup olmadığını inceler. Anayasaya aykırı olduğu kanısına varırsa kanunu iptal eder. Böylece anayasanın üstünlüğü ilkesi müeyyidelendirilmiş olur. O halde, kanunların anayasaya uygunluğu denetiminin olduğu bir sistemde, anayasanın üstünlüğü ilkesinin anayasa yargısı organının otantik yorumuyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

Buna karşılık, kanunların anayasaya uygunluğunun denetlenmesinin mümkün olmadığı bir sistemde, örneğin 1924 Anayasası sisteminde, anayasanın üstünlüğü ilkesinin sadece yasama organına hitap ettiğini kabul etmek gerekir. O halde yasama organının kendisi anayasanın üstünlüğü ilkesine saygı göstermelidir; anayasanın hükümlerine aykırı olarak bir kanun kabul etmemelidir. Ancak, yalnızca ve yalnızca yasama organı kendi kabul ettiği kanun metninin anayasaya uygun olup olmadığına karar vermeye yetkilidir. Eğer kendisine sunulan kanun tasarısını veya teklifini oylayıp kabul ediyorsa, bu, onun söz konusu kanun metnini anayasaya uygun olarak yorumladığı anlamına gelir. Bu halde anayasanın üstünlüğü ilkesinin bizzat yasama organı tarafından müeyyidelendirildiği sonucuna ulaşmak gerekir. Dolayısıyla, kanunların anayasaya uygunluğu denetiminin mümkün olmadığı bir sistemde, yürürlükteki bütün kanunların, yasama organının otantik yorumuna göre, anayasaya uygun olduğunu ve dolayısıyla anayasanın üstünlüğü ilkesinin ihlâl edilmediğini kabul etmek gerekir. Zira onlar anayasaya aykırı olsalardı, yasama organı onları kabul etmeyecekti. O halde, 1924 Anayasası döneminde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen bütün kanunların anayasaya uygun olduğunu varsaymak gerekir. Sonuç olarak, 1924 Anayasası sisteminde anayasanın üstünlüğü ilkesi, yasama organı tarafından müeyyidelendirilmektedir.

Şüphesiz yasama organına hitap eden anayasanın üstünlüğü ilkesinin yine yasama organının yorumu ile müeyyidelendirilmesinin gerçek bir müeyyide olmadığı söylenerek bu çözüm tarzı eleştirilebilir. Gerçekten de bu anayasanın üstünlüğü ilkesi yasama organını sınırlandırmaktadır, yani sınırlandırılacak süje bizatihi yasama organıdır. Oysa yine bu süje kendisinin tâbi olduğu sınırların anlamını belirlemektedir. Anlamı kendisi tarafından belirlenecek sınırlarla bir süjenin sınırlanmasının pek anlamlı bir sınırlama olmadığı düşünülebilir.

Kanımızca bu eleştiri, görünüşteki tutarlı mantığına rağmen, hukukî anlamdan mahrumdur. Zira, realist yorum teorisinin gösterdiği gibi[11], bir kanunun anayasaya uygun olup olmadığı sorusuna birçok cevap verilebilir. Bir kanun X’e göre anayasaya uygun, Y’ye göre ise aykırı olabilir. Yalnızca yetkili organın cevabı otantiktir. Diğerleri sadece kişisel kanaatlerdir. 1924 Anayasası sisteminde ise yetkili organ, yasama organıdır.

Sonuç olarak, 1924 Anayasası sisteminde, yalnızca yasama organının kanunların anayasaya uygunluğu sorunu üzerinde karar verme yetkisine sahip olduğunu söyleyebiliriz. O halde, X’e veya Y’ye göre anayasaya aykırı olsalar bile, yasama organı tarafından kabul edilen bütün kanunları, anayasaya uygun ve dolayısıyla geçerli olarak kabul etmek gerekir. Bu halde anayasanın üstünlüğü ilkesi sorunu ortaya çıkmaz.

Bu çözümde garip bir yan yoktur. Zira yasama organının yorumu yanlış olabileceği gibi, kanunun denetlenmesi işinin bir anayasa mahkemesine verilmesi ihtimalinde de, anayasa mahkemesinin yorumu da yanlış olabilir[12]. Teorik açıdan durum değişmez. Aslında realist yorum teorisinin gösterdiği gibi, “doğru yorum” veya “yanlış yorum” yoktur. “Otantik yorum ” veya “otantik olmayan yorum” vardır[13]. 1924 Anayasası döneminde de yasama organının yorumu otantiktir.

Özet olarak 1924 Anayasası sisteminde kanunu uygulayacak organlar, kanunun anayasaya uygunluğunu araştıramazlar. Zira o kanunun anayasaya uygunluğu konusunda tek yetkili makam, Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Meclis de bu kanunu kabul ettiğine göre, o kanunun Anayasaya uygun olduğu sonuca varmıştır. 1924 Anayasası döneminde de devlet organları aynı sonucuna varmışlar ve Anayasayı değil, Anayasaya aykırı olduğu iddia edilen kanunu uygulamışlardır. Bu uygulama Türk anayasa hukukçuları tarafından şiddetle eleştirilmiş olsa da hukukun genel teorisine en uygun uygulama budur.
3. Anayasanın Katılığı

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu “katı” bir anayasadır. Yani değiştirilişi adî kanunlardan daha zor usûllere bağlanmıştır. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun değiştiriliş usûlü 102’nci madde de düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, değişiklik teklifi, Meclis üye tamsayısının üçte biri tarafından imzalanmalı ve üye tamsayısının üçte ikisi tarafından kabul edilmelidir. Bu usûl 1876 Kanun-u Esasîsinin değiştiriliş usûlü ile aynıdır. 102’nci maddenin son fıkrasında devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna ilişkin birinci maddenin değiştirilmesi yasaklanmıştır. Anayasa değişikliğinin tâbi olduğu tek maddî (içeriksel) sınırlama budur. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda değiştirilemeyecek başka madde yoktur. İlginçtir ki, anayasa değişikliği sürecinde Cumhurbaşkanının bir rolü yoktur. Cumhurbaşkanına zorlaştırıcı veto yetkisi tanınmadığı gibi, olağan kanunlar için Cumhurbaşkanının sahip olduğu bir kez daha görüşülmek üzere kanunu Meclise geri gönderme usûlü bile anayasa değişiklikleri için kabul edilmemiştir (m.35). Cumhurbaşkanı üçte iki çoğunlukla kabul edilen anayasa değişikliğini ilân etmek zorundadır.
4. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Anayasal Niteliği

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun maddî anlamda anayasa anlayışına göre anayasal nitelikte olduğu tartışmasızdır. Aşağıda görüleceği üzere içeriği devletin temel organlarının kuruluşuna ve temel hak ve hürriyetlere ilişkindir. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun şeklî anlamda anayasa anlayışına göre de anayasal nitelikte olduğu tartışmasızdır. Zira, yukarıda gördüğümüz gibi, bu Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, kendisinin diğer kanunlardan üstün olduğunu açıkça ilan etmekte, ve değiştirilmesi için kanunlardan daha zor bir usûl öngörmektedir.

* * *

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 6 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde “genel hükümler” (madde 1-8); ikinci bölümde “yasama” (madde 9 – 30), üçüncü bölümde “yürütme” (madde 31 - 52); dördüncü bölümde “yargı” (madde 53-67), beşinci bölümde “temel hak ve hürriyetler” (madde 68 – 88); altıncı bölümde ise “değişik konular” düzenlenmiştir.
5. Genel Hükümler

Devlet Şekli.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 1’inci maddesine göre, “Türkiye Devleti bir Cumhûriyettir”. Keza devlet şeklinin cumhuriyet olduğu hükmünün değiştirilmesi 102’nci madde ile yasaklanmıştır.

Din/Lâiklik.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ilk şekline göre, “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâmdır”. Bu hüküm Anayasadan 11 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla çıkarılmıştır. 10 Kânûn-u-evvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla ise Türkiye Devletinin nitelikleri arasında “lâik” sıfatı sayılmıştır. O halde 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ilk şeklinde, devletin resmî bir dinî vardır. 1928 değişikliğinden sonra, Anayasada din konusunda bir hüküm yoktur. 1937’de ise bu boşluk lâiklik ilkesi ile doldurulmuştur.

Egemenlik.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 3’üncü maddesine göre, “hâkimiyet bilâ kayd-ü-şart milletindir ”. Egemenlik konusundaki bu hüküm 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 1’inci maddesindeki hükmün aynısıdır. Anayasaya göre egemenliğin sahibi, “millet”tir. Ancak, bu egemenliği kullanma hakkı doğrudan millete ait değil, onun temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir (m.4).

“Altı Umde ”.- Cumhuriyet Halk Partisinin “altı umde”si (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık) 10 Kanunuevvel 1937 tarih ve 3115 sayılı kanunla 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ikinci maddesine ithal edilmiştir.
6. Yasama

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ikinci faslı “vazife-i teşrîiye” başlığını taşımaktadır. Burada “vazife (görev)”den değil, 5’inci maddede olduğu gibi “salâhiyet (yetki)”den bahsetmek daha uygun olacaktır. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 5’inci maddesine göre, “teşrî salâhiyeti... Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder”. 6’ncı maddeye göre ise, “Meclis, teşrî salahiyetini bizzat istimal eder (kullanır)”.

Yasama Organının Kuruluşu, Seçme ve Seçilme Hakkı.- Mebus seçilebilmek için otuz yaşını bitirmiş olmak gerekir (m.10). 1934’te yapılan değişiklikle kadınlara da seçilme hakkı tanınmıştır. Seçme hakkı ise on sekiz yaşını bitiren her erkek Türk vatandaşına aittir. 1934’te on sekiz yaş sınırı yirmiikiye çıkarılmış, kadınlara da seçme hakkı tanınmıştır. Seçimler dört yılda bir yapılacaktır (m.13). Mebusların yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı 17'nci madde de güvence altına alınmıştır.

Kanun Yapma.- Kanun yapma yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir (m.26). Meclisçe kabul edilen kanunların Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması gerekir. Ancak Cumhurbaşkanının mutlak veya zorlaştırıcı bir veto yetkisi yoktur. Cumhurbaşkanına sadece geciktirici bir veto yetkisi tanınmıştır. Cumhurbaşkanı 10 gün içinde kanunu ya onaylamalıdır, ya da “bir daha müzakere edilmek üzere” Meclise iade etmelidir. Meclise bu şekilde iade edilen bir kanun, meclis tarafından tekrar kabul edilirse, Cumhurbaşkanı onu ilân etmek zorundadır (m.35).

Burada ekleyelim ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu kanunları “tefsir etme (yorumlama)” yetkisini de Türkiye Büyük Millet Meclisine vermiştir[14].
7. Yürütme

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, yürütme yetkisini (icra kudretini) de Büyük Millet Meclisine vermiştir (m.5). Ancak, yasama yetkisini bizzat kullanan Meclis, “icra salâhiyetini, kendi tarafından müntehap Reisicumhûr ve onun tâyin edeceği bir İcrâ Vekilleri Heyeti marifetiyle istimal eder” (m.7).

Yürütme Organının Kuruluşu.- Yürütme organı, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun “vazife-i icraîyye ” başlığını taşıyan üçüncü bölümünde düzenlenmiştir. Yürütme organı ikili yapıdadır. Bir yanda Cumhurbaşkanı, diğer yanda ise “İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu)” vardır.

a) Cumhurbaşkanı.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 31’inci maddesine göre, Cumhurbaşkanı (Reisicumhûr) Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim devresi için seçilir. Seçilen Cumhurbaşkanı tekrar seçilebilir. Yukarıda Cumhurbaşkanının sadece geciktirici veto yetkisine sahip olduğunu söylemiştik. Anayasanın 39’uncu maddesine göre, Cumhurbaşkanının ısdar edeceği bütün kararların başbakan ve ilgili bakan tarafından imza edileceği öngörülmüştür. Burada karşı-imza kuralı vardır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının siyasal sorumsuzluğu sözkonusudur. Anayasa göre Cumhurbaşkanı sadece “hıyanet-i vataniye halinde Büyük Millet Meclisine karşı mesuldür” (m.41). Cumhurbaşkanının ısdar edeceği diğer işlemlerden doğabilecek sorumluluk başbakan ve ilgili bakana aittir (m.41). Ancak 1924 Anayasası, Cumhurbaşkanının kişisel sorumluluğunu da düzenlemiştir. 41’inci maddeye göre, “Reisicumhûrun hususat-ı şahsîyesinden dolayı mes’ûliyeti lâzım geldikte işbu Teşkilât-ı Esasîyye Kanûnunun masuniyet-i teşrîiyeye (yasama dokunulmazlığına) taalluk eden on yedinci maddesi mûcibince hareket edilir”. Özetle, 1924 Anayasasında Cumhurbaşkanının konumu, herhangi bir parlâmenter rejimdeki cumhurbaşkanının konumundan farklı değildir.

b) Hükûmet.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 44’üncü maddesine göre, “başvekil, Reisicumhûr canibinden ve Meclis âzâsı meyanından tâyin olunur. Sair Vekiller Başvekil tarafından, Meclis âzâsı arasından intihap olunarak Hey’et-i umûmîyesi Reisicumhûrun tasdikile Meclise arzolunur”. Hükûmet bir hafta içinde programını (hatt-ı hareket ve siyâsî nokta-i nâzârını) Meclise sunmak ve güvenoyu (itimat) istemek zorundadır. Bakanlar (vekiller), başbakan (başvekilin) başkanlığında İcra Vekilleri Heyetini oluşturmaktadır (m.45). 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 46’ncı maddesinde İcra Vekilleri Heyetinin, hükûmetin genel siyasetinden müştereken sorumlu olduğu (kolefktif sorumluluk) ve keza, vekillerin de kendi salâhiyeti dairesindeki icrâattan münferiden sorumlu oldukları (bireysel sorumluluk) öngörülmüştür. Özetle, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu sisteminde, yürütme organının, gerek Cumhurbaşkanı, gerek Bakanlar Kurulu kanadı parlâmenter sistemin genel ilkelerine uygun olarak düzenlenmiştir.
8. Hükûmet Sistemi: Kuvvetler Birliği ve Görevler Ayrılığı
Sistemi[15]

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, meclis hükûmeti ile parlâmenter sistem arasında karma bir hükûmet sistemi kurmuştur[16]. Gerçekten de 1924 Anayasasında her iki hükûmet sistemini andıran özellikler vardır[17].

1. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda bulunan meclis hükûmeti sistemine benzeyen yönler şunlardır[18]:

a) 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 4’üncü maddesine göre, “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakîkî mümessili olup Millet nâmına hakk-ı hâkimiyeti istimâl eder”.

b) Anayasanın 5’inci maddesine göre ise, “teşrî salâhiyeti ve icrâ kudreti Büyük Millet Meclisinde tecellî ve temerküz eder”. Bu hüküm 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 2’nci maddesindeki formülün aynısıdır. 5’inci maddede görüldüğü gibi, Anayasa sadece yasama yetkisinin değil, yürütme yetkisinin de Büyük Millet Meclisinde toplandığını ilân etmektedir. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin aynı elde toplanması kuvvetler birliği sisteminin kabul edildiğine işaret eder. Bu kuvvetlerin toplandığı elin ise, Büyük Millet Meclisinin olması meclis hükümeti sisteminin benimsendiği anlamına gelir.

c) 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 7’nci maddesinin 2’nci fıkrasına göre, “Meclis, hükûmeti her vakit murâkabe ve ıskât edebilir”. Buna karşılık hükümetin meclisi feshetme yetkisi yoktur. Hükümete fesih yetkisinin tanınmaması parlâmenter sistemin kabul edilmediğine, buna karşılık meclisin hükümeti her zaman denetleyip görevden alabileceği hükmü meclis hükümetini sisteminin kabul edildiğine bir işaret sayılabilir.

2. Ne var ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun bazı yönleri de parlâmenter sistemin özelliklerine benzemektedir.

a) Bir kere Büyük Millet Meclisi, yasama yetkisini kendi kullanabileceği halde (m.6), yürütme yetkisini ancak kendi seçeceği bir Cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceği İcra Vekilleri Heyeti (=bakanlar kurulu) eliyle kullanabilir (m.7). Yani, Türkiye Büyük Millet Meclisi yürütme yetkisine teorik olarak sahip olmakla birlikte, yürütme fonksiyonunu bizzat yerine getiremez[19].

b) 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun benimsediği hükûmetin kurulması şeması tamamıyla parlâmenter hükûmet sistemi modeline uygundur. Yukarıda gördüğümüz gibi, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 44’üncü maddesine göre, Başbakan Cumhurbaşkanı; diğer bakanlar da Başbakan tarafından seçilmektedir. Bu şekilde seçilen Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanı tarafından “tasdik” edilmekte ve Meclisin güvenine sunulmaktadır. Bu usûl bugünkü usûlle hemen hemen aynıdır. Başbakanlık ve bakanlık sıfatları güven oylamasından önce, Cumhurbaşkanının onama tarihinde kazanılır[20].

c) Nihayet, parlâmenter hükûmet sisteminin temel ilkelerinden biri olan “hükûmetin kolektif sorumluluğu” ilkesi, 1924 Anayasasının 46’ncı maddesinde açıkça kabul edilmiştir: “İcrâ Vekilleri Heyeti Hükûmetin umûmî siyasetinden müştereken mes’ûldür”.

Özetle, 1924 Anayasasının kurduğu hükûmet sistemi, bazı yönleriyle meclis hükûmeti sistemine, diğer bazı yönleriyle de parlâmenter hükûmet sistemine benzemektedir. Bu nedenle, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun bir “karma sistem” kurduğu söylenmektedir. Bu sisteme de “kuvvetler birliği ve görevler ayrılığı sistemi” ismi verilmektedir[21]. Gerçekten de yukarıda görüldüğü gibi, yasama ve yürütme kuvvetleri teorik olarak birleşmiştir ve bunlar mecliste toplanmıştır (m.5). Ancak, Meclis sahip olduğu yürütme kuvvetini bizzat değil; Cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu marifetiyle kullanabilmektedir. Yani yürütme görevi veya fonksiyonu meclise değil, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna aittir. Özetle, kuvvetler bir, ama görevler veya fonksiyonlar ayrıdır.
9. Yargı

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 8’inci maddesine göre, “hakk-ı kazâ, Millet nâmına, usûlü ve kanunu dairesinde müstakil mehâkim tarafından istimal olunur”. Yani Anayasa, yargı yetkisinin millet adına bağımsız mahkemeler tarafından kullanılacağı ilkesini getirmiştir. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun dördüncü faslı, “kuvvet-i kazaiye (yargı kuvveti)”ye ayrılmıştır. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun önceki fasıl başlıklarında yasama ve yürütmeden “vazife” olarak bahsederken, burada yargıdan “kuvvet” olarak bahsetmesi ilginçtir. Bülent Tanör, bundan yargının konumunun yükseltildiği sonucuna ulaşmıştır[22]. Kanımızca, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun koyucularının bu yolda bilinçli bir tercihte bulunduklarını söylemek oldukça güçtür. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda yasama ve yürütme için “vazife”, yargı için “kuvvet” kelimelerinin kullanılması, kanımızca, daha ziyade rastlantısaldır.

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda yargı ile ilgili şu hükümler getirilmiştir: “Mahkemelerin teşkilâtı, vazife ve salâhiyetleri kanûnla muayyendir” (m53). Hakimler, bağımsız ve her türlü müdahaleden âzâdedir (m.54). Hâkimler kanûnen muayyen olan usûl ve ahvâl haricinde azlolunamazlar (m.55). Hakimlerin özlük hakları kanun ile belirlenir (m.56). Hâkimler kamusal veya özel hiçbir görev kabul edemezler (m.57). Yargılama alenîdir (m.58). Herkes, mahkeme huzûrunda haklarını müdâfaa için lüzûm gördüğü meşrû vasıtaları kullanmakta serbesttir (m.59). Hiçbir mahkeme, vazife ve salâhiyeti dahilinde olan davalara bakmaktan imtina edemez (m.60).

Hemen belirtelim ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun yargıyla ilgili getirdiği güvenceler, 1876 Kanun-u Esasîsinin yargıya ilişkin getirdiği güvencelerden çok daha yetersizdir. Yargıya ilişkin hükümleri itibarıyla 1924 Anayasası, 1876 Anayasasından daha geridir. Yukarıda gördüğümüz gibi, 1876 Kanun-u Esasîsi, “kanunî hâkim ilkesi” veya “doğal yargıç ilkesi” denen ilkeyi eksiksiz kabul etmişti (m.23, 89). Kanun-u Esasî, özel davalara bakmak için, normal mahkemelerin “haricinde fevkalâde bir mahkeme veyahut hüküm vermek salahiyetini haiz komisyon teşkilini katiyen” yasaklıyordu. Oysa, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda bu konuda bir hüküm yoktur. Bu basit bir unutma eseri değildir. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun meclis görüşmelerinde, “fevkalâde mahiyeti haiz mahkeme teşkili memnudur” şeklinde bir ek fıkra önerisi reddedilmiştir[23].

Diğer yandan 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda yargıyla ilgili hükümler de yasama karşısında bir güvence teşkil etmekten uzaktır. Çünkü Anayasa getirdiği güvenceleri “kanun dairesinde” sınırlandırmıştır. Örneğin mahkemelerin teşkilâtı, görev ve yetkileri kanunla belirlenmektedir (m.53). Hâkimlik teminatı ve hâkimlerin özlük hakları da kanunla düzenlenecek bir şeydi (m.54). Keza, vatandaşların, “mahkeme önünde haklarını korumak için gerekli gördüğü yasalı araçları kullanma” özgürlüğü (m.59) de yasa koyucunun hangi araçlara izin vereceğine bağlı kalmıştır. Çünkü, 1876’da olduğu gibi kapsamlı bir yargı yolu teminatı ve genel bir savunma hakkı 1924 Anayasasında eksiktir[24].

Diğer yandan 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun yargıya bu olumsuz bakışı idarî yargı alanında da göze çarpmaktadır. İdarî dava ve ihtilaflara bakmakla görevlendirilen Şura-ı Devlet (m.51) yargı bölümünde değil, yürütme bölümünde düzenlenmiştir. Keza nizamnamelerin (tüzüklerin) kanunlara aykırılığını denetlemek görevi Şura-ı Devlete değil, Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir.

Ayrıca, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu kanunların yorumlanması yetkisini mahkemelere değil, yasama organına vermiştir (m.26). Hukuk teorisinde, “yasama yorumu (teşrîi tefsir)” kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı bulunduğundan dolayı eleştirilmektedir[25].
10. Temel Hak ve Hürriyetler[26]

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, “Türklerin Hukuk-ı Ammesi (Türklerin Kamu Hakları)” başlığı taşıyan beşinci faslında düzenlemiştir (m.68-88).

“Türklük ”.- Hemen belirtelim ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu bu maddelerde tanıdığı hakların sahibi olarak “her Türk”ten veya “Türkler”den bahsetmektedir. O nedenle bu ifadeden ne anlaşılması gerektiğini belirtmek uygun olur. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 88’inci maddesinde kime “Türk” dendiğini tanımlamaktadır. Teşkilât-ı Esasîye Kanununa göre, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla ‘Türk’ ıtlak olunur (denir)”. Burada belirtmek gerekir ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, din ve ırk gibi unsurları dışlamıştır. Türklüğü, bir “coğrafi unsur” (Türkiye ahalisi )[27], bir de “hukukî unsur” (vatandaşlık bağı) ile tanımlamıştır.

Tabiî Hak Doktrini .- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, temel hak ve hürriyetlerin felsefî kökeni ve sınırları konusunda 18’inci yüzyıl filozoflarının geliştirdikleri tabiî hak doktrinini benimsemiştir[28]. Münci Kapani’nin isabetle gözlemlediği gibi, “tabiî haklar doktrini, havası, ruhu, hatta dili ile bu bölümde canlı olarak sezilir”[29]. Hürriyetin tanımı bile doğrudan doğruya 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesinin 4’üncü maddesinden alınmıştır:

“Hürriyet, başkasına muzır (zararlı) olmıyacak her türlü tasarrufatta bulunmakdır. Hukûk-u tabiîyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hudûd-ı hürriyetidir” (m.68).

Hak ve Hürriyetler Listesi.- 68’inci maddedeki bu tabiî hukuk prensibinden sonra izleyen maddelerde yine 1789 modeli klasik hak ve hürriyetler kataloğu verilmiştir[30]: Eşitlik ilkesi (m.69), kişi dokunulmazlığı (şahsî masûniyet), kişi güvenliği (m.72), işkence ve eziyet yasağı (m.73), mülkiyet hakkı (m.74), din hürriyeti (m.75), konut dokunulmazlığı (m.76), basın hürriyeti (m.77), seyahat hürriyeti (m.78), sözleşme (akit) hürriyeti, çalışma (sây ü amel) hürriyeti, mülk edinme ve tasarrufta bulunma hürriyeti, toplanma (içtimâ) hürriyeti, dernek (cemiyet) kurma hürriyeti, şirket kurma hürriyeti (m.70, 79), eğitim hürriyeti (m.80), haberleşmenin gizliliği esası (m.81), dilekçe hakkı (m.82), vicdan hürriyeti, düşünce (tefekkür) hürriyeti, söz (kelâm) hürriyeti (m.72). Dikkat edilirse tüm bu hak ve hürriyetler “negatif statü hakları”[31] niteliğindedir. 1924 Anayasa koyucusu, sosyal ve ekonomik haklar akımına yabancı kalmıştır[32]. 1924 Anayasası, sosyal devlet anlayışından uzak, klasik, liberal bireyci bir felsefeye sahiptir[33].

Anayasada bazı siyasal haklar da tanınmıştı. Mebus seçme ve seçilme hakkı (m.10, 11), vatandaşlık hakkı (m.88), devlet memuriyetine girebilme hakkı (m.92), Türkiye Büyük Millet Meclisine başvurabilme hakkı (m.82) gibi.

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun temel hak ve hürriyetleri düzenlemesinde dikkati çeken bir özellik de, bunların çok kısa olarak düzenlenmesidir. Temel hak ve hürriyetlere 20 maddelik bir yer verilmiştir. Birçok temel hak ve özgürlüğün Anayasada sadece ismi vardır: Örneğin 70’inci madde şöyle demektedir: “Şahsî masûniyet, vicdan, tefekkür, kelâm, neşir, seyahat, akit, sây ü amel, temellük ve tasarruf, içtimâ, cemiyet, şirket, hak ve hürriyetleri Türklerin tabiî hukûkundandır”. Temel hak ve hürriyetlerin hangi hallerde ve hangi ölçütlere uyularak sınırlandırılacağı hususu Anayasada düzenlenmemiştir. 68’inci madde “hukûk-u tabiîyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hudûd-u hürriyetidir. Bu hudûd ancak kanûn mârifetiyle tesbit ve tâyin edilir” demektedir. Yani teorik olarak temel hak ve hürriyetler kanunla olmak şartıyla sınırlandırılabilir. Ayrıca birçok madde de o hürriyet zaten tanınırken “kanun dairesinde” tanınmıştı. Örneğin matbuat “kanun dairesi”nde serbestti (m.77). Keza, sözleşme, çalışma, toplanma, dernek ve şirket hürriyetlerinin sınırlarının da “kanunla” çizileceği öngörülmüştür (m.79). Ancak bu kanunların uyması gereken anayasal ilkeler ve ölçütler getirilmemişti. Bu nedenle, yasama organının temel hak ve hürriyetleri keyfi bir biçimde sınırlandırmasının yolu açıktı[34].

Anayasanın 86’ncı maddesinde ise sıkıyönetim (idare-i örfiye ) düzenlenmiştir. Anayasa sıkıyönetim halinde, kişi ve konut dokunulmazlıklarının, basın, haberleşme, dernek ve şirket hürriyetlerinin geçici olarak sınırlandırılabileceğini veya ertelenebileceğini belirtmiştir (m.86/2).

Hak ve Hürriyetler Konusunda Uygulama.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, temel hak ve hürriyetler konusunda oldukça liberal bir anlayışa sahip olmasına rağmen, bu dönemde, özellikle 1950’lere kadar temel hak ve hürriyetler konusunda uygulama hiç de liberal olmamıştır. 3 Mart 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim özgürlüğü sınırlandırılmıştır. 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile basın ve siyasal muhalefet tümüyle susturulmuştur. Bu dönemde çıkarılan “İnkılâp Kanunları”nın uygulanmasında şiddete başvurulmuş, “olağanüstü mahkeme” niteliğinde olan “gezici” Ankara İstiklâl Mahkemesi bu kanunlara aykırı hareket edenleri terörle sindirmiştir. Bu mahkemeler âdil yargılanma hakkını ihlâl etmişlerdir. Şapkaya muhalefetten dolayı idama mahkum edilenler bile vardır. Yine bu Mahkeme, “ceza kanunlarının geriye yürümezliği” şeklindeki evrensel hukuk ilkesini ihlâl ederek kanunu çıkmasından önce yapılan fiillerden dolayı idam cezası verebilmiştir. 1925 yılında muhalif dergi ve gazetelerin çoğu kapatılmıştır. 25 Temmuz 1931 tarih ve 1881 nolu Matbuat Kanunu ile “memleketin umumî siyasetine dokunacak” yayınlar yapan gazetelerin Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılması öngörülmüştür. Dernek kurma özgürlüğü fiilen izne bağlıydı. Anayasadaki “altı umde”ye aykırı dernek kurulması yasaklanıyordu. Bazı militan lâiklik uygulamaları (bazı camilerin ibadete kapatılması, hac izni verilmemesi, din eğitiminin yasaklanması) din ve ibadet özgürlüğünü zedelemiştir. Siyasal haklar da görünüşte idi. Zira seçimler iki dereceli olarak ve “açık oy, gizli sayım” esasına göre yapılıyordu. Keza adaylar doğrudan doğruya Mustafa Kemal ve 1938’den sonra İsmet İnönü tarafından belirleniyordu[35].
11. Çok Partili Döneme Geçiş [36]

Hemen belirtelim ki, Türk tarihinde ilk kez çok partili döneme 1924 Anayasası döneminde, 1940’ların ikinci yarısında veya 1950’lerde geçilmemiştir. Çok partili döneme İkinci Meşrutiyette geçilmiştir. Bu çok partili dönem, aslında birinci ve ikinci gruplar adı altında birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi döneminde de sürmüştür. Türkiye’de çok partili rejim, 1923’te faaliyete geçen ikinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ile kesintiye uğramış ve bu kesinti 1946’ya kadar sürmüştür.

Celal Bayar , Adnan Menderes , Fuat Köprülü, Tevfik Koraltan birleşip Demokrat Partiyi kurdular[37]. Kuruluş işlemi verilen izinle gerçekleşti (7 Ocak 1946). 1947’de yapılması gereken genel seçimler, genç muhalefeti gafil avlamak için bir yıl öne alındı[38]. Seçimler, 21 Temmuz 1946 günü yapıldı. Seçimlerde çeşitli yolsuzluklar oldu. Nihayette seçimlerde gizli oy, açık sayım ve yargı denetimi de yoktu. Bu “şaibeli seçimler ” sonucunda CHP 402, DP 54, bağımsızlar 8 üyelik elde ettiler[39]. 1950 seçimlerinden önce ise 1950 tarihli yeni Milletvekili Seçim Kanunu çıkarıldı. Bu Seçim Kanununda gizli oy, açık sayım ve yargı denetimi ilkeleri yerine getirildi. Bu koşullara uyularak yapılan 14 Mayıs 1950 tarihli seçimlerinden DP büyük bir zaferle çıktı. Böylece halk serbest iradesiyle yöneticilerini değiştirmiş oldu. Cumhuriyet döneminde tek partili rejimden çok partili rejime geçişte askerlerin bir rolü yoktur. Bu tamamıyla sivil bir süreçtir[40].

Çok partiye geçiş için bir anayasa değişikliği yapılmamıştır. Yapılan tek değişiklik Seçim Kanunundadır.
12. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Demokrasi Anlayışı

1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, “çoğulcu” değil, “çoğunlukçu” demokrasi anlayışı na sahipti. İlk önce Ergun Özbudun’dan yararlanarak[41] çoğunlukçu ve çoğulcu demokrasi anlayışlarının ne olduğunu kısaca açıklayalım.

Köklerini Rousseau’nun genel irade görüşünden alan çoğunlukçu demokrasi anlayışı, çoğunluğun iradesinin, “genel irade” olduğunu, bu iradenin daima kamunun iyiliğine yöneldiği ve yanılmaz olduğunu kabul eder. Gerçekten de, çoğunluğun iradesi kamunun iyiliğine yöneliyorsa ve yanılmazsa, bu irade sınırlandırılmamalıdır. Çoğunluk ülkeyi istediği gibi yönetmelidir. Böyle bir anlayışta, çoğunluğun yönetme haklarını sınırlandıracak, azınlık haklarını koruyacak kurumlara gerek yoktur[42].

Buna karşılık, “çoğulcu demokrasi anlayışı ”, temelde çoğunluğun yönetme hakkını inkâr etmemekle birlikte, bu hakkın sınırlandırılması gerekliliği üzerinde durur. Bu anlayışa göre, çoğunluğun yönetme hakkı mutlak değildir. Çoğunluğun yönetme hakkı azınlığın temel hakları ile sınırlıdır. Kamunun iyiliği, toplum içinde yapılan özgür tartışma ve pazarlıklardan doğar. Bugün azınlık olan bir görüş yarın çoğunluk haline gelebilir. Belirli bir tarihte çoğunluk olan grup, azınlığın çoğunluk olma hakkını yok etmemelidir. Dolayısıyla bu anlayışta. Çoğunluğun yönetme haklarını sınırlandıran tedbir ve kurumlara ihtiyaç vardır[43].

1924 Anayasası, bu demokrasi anlayışlarından “çoğunlukçu demokrasi anlayışını ” benimsemiştir. Bunu, Anayasanın “hakimiyet bila kayd-ü-şart milletindir” (m.3) ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegane ve hakikî mümessili olup millet namına hakk-ı hakimiyeti istimal eder” (m.4) diyen hükümlerinden anlıyoruz. Egemenlik “kayıtsız, şartsız” Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanıldığına göre, Meclisin iradesi sınırsızdır. O halde Mecliste çoğunluğu elinde bulunduran parti veya grup istediğini yapmakta serbesttir[44].

1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanununda tanınan hak ve hürriyetlerin yargısal güvencelerinin olmaması, temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasının ölçütlerinin gösterilmemiş bulunması, keza bu dönemde bir Anayasa Mahkemesinin kurulmamış ve yargı bağımsızlığının tam anlamıyla sağlanamamış olması gibi hususlar da çoğunlukçu demokrasi anlayışının pekişmesine, azınlık haklarının korunamamasına yol açmıştır[45].
13. “1945 Anayasası”

20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1945 yılında, dönemin öz Türkçecilik akımına uyularak, 10 Ocak 1945 tarih ve 4695 sayılı Kanunla[46], “mana ve kavramda bir değişiklik yapılmaksızın Türkçeleştirilmiş”tir. Demokrat Parti iktidarı döneminde ise, 1952 yılında, 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanunla[47] 1945’te Türkçeleştirilen metin yürürlükten kaldırılarak, 24 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1945 yılına kadar yapılan beş değişiklik ile birlikte tekrar yürürlüğe konmuştur. 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanunun 1’inci maddesine göre, “20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 4695 sayılı Kanunun kabûl tarihine kadar yürürlükte bulunan tadilleriyle birlikte tekrar meriyete konulmuş ve bu kanun yerine ikame edilmiş olan 10.1.1945 tarihli ve 4695 sayılı Anayasa meriyetten kaldırılmıştır”.

Aslında biçimsel açıdan bakarsak, 1924-1960 döneminde Türkiye’de bir değil üç Anayasa vardır: 1924-1945 döneminde 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1945-1952 yılları arasında 1945 Anayasası ve 1952-1960 yılları arasında, 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanun ile tekrar yürürlüğe konulmuş 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu. Türk anayasa hukuku literatüründe böyle bir ayrım yapılmamaktadır. Zira, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile 1945 Anayasası anlam olarak aynıdır. 1952’de yürürlüğe konulan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ise 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun kendisidir. Oysa biçimsel açıdan bu görüşte isabet yoktur. Bu dönemde tam üç adet anayasal kanun, yani kurucu işlem vardır.

Kural olarak, bu üç anayasal metnin anlam olarak aynı olduğu kabul edilmektedir. Zaten 10 Ocak 1945 tarih ve 4695 sayılı Kanun da, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun “mana ve kavramda bir değişiklik yapılmaksızın Türkçeleştirilmiş” olduğunu belirtmektedir. Ancak gerçek bu değildir. Anayasa normu, anayasa metninin anlamıdır. Metin değiştikçe bu metne atfedilecek anlamda pek doğal olarak değişebilir[48]. Bir metne hangi anlamın atfedileceği bir yorum sorunudur. Ve buna anayasayı yorumlamakla görevli organlar yetkilidir. Yorum ise metne göre yapılır. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ve 1945 Anayasasının metinleri karşılıklı olarak incelenirse bunların arasında birçok anlam farkının da olduğu görülür. Örneğin 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 59’uncu maddesi şöyledir:

“Herkes mahkeme huzurunda hukukunu müdafaa için lüzum gördüğü meşru vesaiti istimalde serbesttir”.

Buna karşılık 1945 Anayasasının 59’uncu maddesi şöyledir:

“Herkes mahkeme önünde haklarını korumak için gerekli gördüğü yasalı araçları kullanmakta serbesttir”.

Görüldüğü gibi, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu “meşru vesait”ten; buna karşılık, 1945 Anayasası “yasalı araçlar”dan bahsetmektedir. “Yasalı araçlar” ne demektir? “Yasayla belirlenen araçlar” demek ise, bundan yasama organının savunma hakkının bir “yasa” ile istediği gibi sınırlandırabileceği sonucu çıkar. Oysa “meşru vesait” ibaresinden böyle bir sonuç çıkarmak hayli zordur. Görüldüğü gibi 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Türkçeleştirilmesi hukuk tekniği bakımından zararlı sonuçlara yol açabilir. Hukuk tekniği bakımından bir hukukî metnin terimleriyle oynanmasının tehlikeli olması bir yana, 1945 Anayasası metninin Türkçe bakımından da doğru olduğu pek şüphelidir. Örneğin, 59’uncu maddenin 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu versiyonunda herkes haklarını “müdafaa için” demektedir. 1945 Anayasası ise bu “müdafaa için” ibaresini “korumak için” diye öz Türkçeleştirmiştir. Bilindiği gibi, “koruma”, “müdafaa”nın değil “muhafaza”nın karşılığıdır. “Korumak için” ifadesi yerine “savunmak için” denmeliydi[49].

Diğer yandan belirtelim ki, 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanun ile tekrar yürürlüğe konulan 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun metni ile bu Kanunun ilk metni arasında birtakım farklılıklar da vardır. 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanuna ek olarak 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu tekrar kaleme alınarak yayınlanmıştır[50]. 1924 metni ile 1952 metinleri arasında kelimelerin yazılış farklılıkları vardır[51]. Bundan başka bazı maddelerin anlamını değiştiren farklılıklar da vardır: 28’inci maddenin 1924 versiyonunda “... mebusluk sakıt olur” denmekte; buna karşılık 1952 versiyonunda, “... mebusluk zail olur” denmektedir. Keza 32’nci maddenin 1924 versiyonunda “Reisicumhur... Meclis münakaşat ve müzekaratına iştirak edemez ve rey veremez” derken, aynı maddenin 1952 versiyonunda “ve rey veremez” ifadesi yer almamaktadır. Aynı şekilde 88’inci maddenin ikinci fıkrasının 1924 versiyonunda “Türkiye’de ve hariçte bir Türk tebaanın...” ifadesinde yer alan “tebaanın” kelimesinin yerini 1952 versiyonunda “babanın” kelimesi yer almıştır. Yine, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ilk versiyonunda yer alan “Türkiye Büyük Millet Meclisini intihap edilen ve edilecek olan bilumum mensubin-i askerîyenin tâbi olacaklı şerait hakkındaki 19 Kanunuevvel 1339 tarihli Kanun ahkamı bakidir” şeklindeki muvakkat madde, Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 1952 versiyonunda yoktur.

Tüm bunlar göstermektedir ki, bir hukukî metnin kelimeleri fevkalade önemlidir. Onlarla oynanmamalı, metnin mevsukiyeti hakkında tereddüt yaratılmamalıdır.
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda Yapılan Değişiklikler

20 Nisan 1340 (1924) ve 491 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu (Resmî Gazete, 24.4.1924; Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt 5, s.576) nda beş değişiklik yapılmıştır:
1. 11 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 2, 16, 26 ve 38’inci maddelerinde değişiklik yapılmıştır (Resmî Gazete, 14.4.1928, Sayı 863; Düstur, Tertip 3, Cilt 9, s.273).
2. 10 Kanunuevvel 1931 tarih ve 1893 sayılı Kanunla Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 95’inci maddesinde değişiklik yapılmıştır (Resmî Gazete, 15.12.1931, Sayı 1976; Düstur, Tertip 3, Cilt 13, s.25).
3. 5 Kanunnuevvel 1934 tarih ve 2599 sayılı Kanunla Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 10 ve 11’inci maddelerinde değişiklik yapılmıştır (Resmî Gazete, 11.12.1934, Sayı 2877; Düstur, Tertip 3, Cilt 16, s.36).
4. 10 Kanunnuevvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 2, 44, 47, 49, 50, 61, 74 ve 75’inci maddelerinde değişiklik yapılmıştır (Resmî Gazete, 13.12.1937, Sayı 3533; Düstur, Tertip 3, Cilt 18, s.307).
5. 10 Teşrînisânî 1937 tarih ve 3272 sayılı Kanunla Teşkilât-ı Esasîye Kanununun, 44, 47, 48, 49, 50 ve 61’inci maddelerinde değişiklik yapılmıştır (Resmî Gazete, 1.12.1937, Sayı 3773; Düstur, Tertip 3, Cilt 19, s.37).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Yazıya Yorum yapın ( Anonim veya Ad Url yi Seçin)